Sanal medyadaki gürültü biraz hafifledikten sonra, baştan başlayıp madde madde bir toparlamaya çalışalım.
Birincisi, voleybol kadınlar da olsa, erkekler de olsa, güzel bir spor dalıdır. Hem seyir zevki hem organizasyon düzeyi yüksektir hem de rakipler birbirine hiç temas etmediği için fiziksel şiddeti içinde barındırmaz. Herkesin birbirine kafa göz daldığı Amerikan futbolu gibi şeylerden daha iyi olduğu kesin.
İkincisi, maalesef hiç seyredemedim ama kimseyi bedavadan Avrupa şampiyonu yapmayacaklarına göre, milli takımın iyi oynamış olduğu anlaşılıyor. E iyi, oturur izlersiniz. Tamam, hadi, bunca enflasyon, yoksulluk arasında hiç mi yüzümüz gülmesin kardeşim, diyorsanız, “bizimkiler”in yenmesine de sevinirsiniz; eyvallah. Ayrıca, kadınları evden çıkarmamaya yeminli şeyhlerin ortamında hem kadın oldukları için hem de cinsel yönelimleri bakımından bin türlü hakarete uğrayarak bu işi başarmış olmalarını (bence başaramasalar da fark etmezdi) önemli bulabilir, buna da sevinebilirsiniz. Sevinirsiniz, sabah da kalkıp “bizimkiler” olarak nefret ettiğiniz otobüslere binip nefret ettiğiniz işlerinize doğru yola düşersiniz ve böyle devam edip gider hayat.
Öyle olmuyor ama. Daha doğrusu gerçek hayat akıp gidiyor da başka bir paralel evrende işler başka biçimde yürüyor ve biz gitgide daha sanal bir yerlere doğru savruluyoruz.
Bizim gazete, birkaç yıl önce ‘sosyal medya’ yerine ‘sanal medya’ kavramını kullanma kararını aldığında önce garipsemiştim ama şimdi arkadaşları anlıyorum. Hakikaten öyle. Gitgide daha fazla gerçek yaşamdan kopan bir ortam söz konusu ve toplumsal gerçekliği ifade eden ‘sosyal’ kavramı orada bir yere oturmuyor. Öyle ki, birkaç saatinizi orada geçirdiğinizde, geriye, somut insan ve doğa gerçekliğine dönmekte zorlanıyorsunuz.
Ama bence ahir zamanda daha ciddi bir sorun var.
Biraz karışık olacak ama okurun da yardımını dileyerek şöyle açmaya çalışayım.
İngilizcem yok benim. Ama ‘action’ ve ‘reaction’ sözcüklerini biliyorum. Türkçeye ‘eylem’ ve ‘tepki’ olarak çevriliyor. İkincisi tam yerine oturuyor mu emin değilim açıkçası; o zaman ‘etki’ kelimesi neyin karşıtı oluyor, bilemiyorum ama karışmak da haddime değil.
Burada mesele şu. Birincisi, yani ‘action-eylem’ bir şekilde (planlasanız da planlamasanız da) sizin tarafınızdan yapılan bir etkinlik. Tabii herhangi bir şeye karşı da olabilir ama yapılması her zaman ve tümüyle o şeye bağlı değil; siz yapıyorsunuz ‘eylem’i, muhtevası ve biçimi (bilinçli ya da bilinçsiz olarak) sizin tarafınızdan belirleniyor.
‘Reaction’ ise, (sevgili Necmiye Alpay Hoca’dan dayak yememek için temkinli olmaya çalışıyorum) sanırım biraz daha farklı. Orada, dışarıdan/karşıdan gelen ‘action’a karşı, ona cevap veren bir şey var.
Evet, biliyorum, karışık meseleler bunlar. Mesela ‘erkek şiddetine karşı miting’ yaptığınızda ya da ‘doğalgaz zamlarını protesto eylemi’ gerçekleştirdiğinizde, burada elbette bir ‘tepki’ var ama artık basit bir ‘etki-tepki’ denkleminden çıkıyor iş; siz karar alıp bir ‘eylem’ yapıyorsunuz.
Bu kadar laf kalabalığıyla okuru yeterince darladıktan sonra derdimi anlatayım isterseniz. Derdim şu: Ben, uzunca bir süredir bir yandan kronolojinin, diğer yandan da akşamdan sabaha yanıp sönen ‘gündem’ ışıklarının siyaseti çok fazla etkisi altına aldığını, ‘action’un azalıp ‘reaction’un arttığını düşünüyorum. Epeydir ‘strateji’, uzun vadeli ‘yol haritası’ gibi kavramları boşlayarak ya da onları aktüel olana çok fazla bağlayarak yol yürüyen sol/solcu karakterinin bütün bu kargaşanın içine çok fazla daldığı düşüncesindeyim. Eski kafalı değilim. Tabii ki, bugünün dünyasının ve o dünyanın sorunlarının örneğin 60’lara, 70’lere göre çok daha karmaşık olduğunu, bugünün siyasal hayatının bir dizi hızlı refleksi zorunlu kıldığını da kavrayabiliyorum. Dahası, son 20-30 yılda ‘ertelemeci’ anlayışın yediği dayağı fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum. Özellikle kadın hareketi ve ekoloji hareketlerinin elleri dert görmesin. Her şeyin çözümünü fi tarihindeki devrime/sosyalizme erteleyen ve “geçerken onları da hallederiz” diyerek sokakta olup bitene, aktüel olana gözlerini kapatan, onu değersizleştiren anlayış tabii ki savunulamaz.
Ama sanki bu arada kantarın topuzunu kaçırdık biraz. Belki de bana öyle geliyor. Yani, ‘bağımsız siyaset’ (hayattan ‘bağımsız’ değil ama her gün üzerimize püskürtülen şeylerden bağımsız siyaset) kavramı flulaşırken, güncel tepki siyaseti giderek başköşeye yerleşmeye başladı. Daha da kötüsü, devlet baskısı yüzünden fiziki (sokakta yapılan) tepki eylemleri azaldıkça, bu ‘reaction’ biçimleri yazılı basın açıklamalarına ve sanal medya paylaşımlarına doğru daralmaya ve etkisizleşmeye de başladı. Ama etkililik/etkisizlik meselesinin de ötesinde asıl sorun, devrimci siyasetin gelecek projeksiyonu/stratejisiyle anlık tepkiler arasındaki ilişkinin zayıflaması oldu. Seçim zamanları zaten durum böyleydi ama artık normal zamanlarda da bu ilişki problemli hale gelmeye başladı. Sonuçta sabah kalktığınızda önünüzde on tane ‘sorun’ varsa, bunlardan birini esas alarak tepki vermek bile, sizin siyasal strateji ve kavrayışınızla doğrudan ilgilidir; hepsine laf yetiştirmek ise siyasetsizlik anlamına gelebiliyor.
Kronolojinin meseleye dahil olması ise biraz ‘tarih siyaseti’ sayesinde oldu sanırım. İnsan bazen bu ülkedeki sağcı-solcu bütün siyasetçilerin ve siyasal yapıların elinde bir Wikipedia kronoloji dosyası olduğunu düşünüyor. Abdülhamid’in doğum tarihinden Kabotaj Bayramı’na ve Denizlerin idamına kadar uzanan bir listeden herkes kendi meşrebine göre seçiyor tarihleri. Sağcıları geçelim bir kalem ama bizim tarafta da işler bir tuhaf yürüyor. 29 Ekim’i, 19 Mayıs’ı kimse boş geçmiyor mesela; mutlaka iki cümle bir şey söylüyor herkes. E tamam, herkes içeriği başka türlü dolduruyor, kimi ‘Sosyalist Cumhuriyet’ diyor, kimi de ‘demokratik ulus’ diyor, eyvallah ama bu arada sevgili Dilber Ay’ın ünlü şarkısı geliyor insanın aklına: Zorunda mıyız?
Tamam, diğerleri iyice sıyırdı. İmamoğlu misal, bir gün Fırat Çakıroğlu, ertesi gün Nazım Hikmet filan gidiyor; Kılıçdaroğlu desen Alpaslan Türkeş anmasından Erdal Eren’e hızlı geçişler yapabiliyor ama ben bizden, kendimizden söz ediyorum: Zorunda mıyız? Biz siyasal partiyiz ya da ben siyasal bir insanım şu şu günleri boş geçmemeli, mutlaka ama mutlaka bir şey söylemeliyim diye bir kural mı var?
Sadece ‘milli’ günlerden değil, ‘gayrı milli’ günlerden de söz ediyorum. Yukarıda ‘tarih siyaseti’ derken belki anlaşılmamıştır ya da yanlış anlaşılabilir. Şöyle açayım, sosyalistlerin resmi tarihle olan hesaplaşması ve ayağını halkların gerçek tarihine basması, bir kırmızıçizgi meselesidir. Kırmızıçizgi, adı üstünde, daha geriye gidilemeyecek, ilkesel bir tutumu anlatır. Ahaliyi kızdırmamak, ‘milli hassasiyetlere ters düşmemek’ adına ondan vazgeçmezsiniz; bu, size taraftar kaybettirse de vazgeçmezsiniz, çünkü o zaman kendinizden vazgeçmiş olursunuz. Ama bununla siyaset yapamazsınız. Siyaset, yani emekçileri, halkları örgütleme ve mücadeleye yöneltme işi, bugünle, bugünün gerçeklikleriyle yapılır. Yani siz 1915 ya da 6-7 Eylül ve benzeri kıyımlarla ilgili gerçek her neyse bir milim geri adım atmadan onu ortaya koyarsınız. Ama her yıldönümünde bununla ilgili bin tane açıklama yapsanız, sokakta başka bir şey yapmıyorsanız, bu kadarı size özel bir gelişme sağlamaz. Sokaktaki siyaset, kronoloji cetveli üzerinden değil, halkın somut-yakıcı ihtiyaçları üzerinden yürür.
Öte yandan, tarihsel belleği canlı tutmayı hem büyük trajedileri hem de bize bugünü armağan eden büyük devrimci yoldaşlarımızı kuşaktan kuşağa aktarmayı elbette anlıyorum ama hayatı bu konularda yapılan sanal paylaşımlardan ibaret göremeyiz. O büyük devrimcilerin bizden beklediği de bu değildir ayrıca; onlar bizden devrimci mücadelenin yükseltmemizi beklerler, daha azını değil. Yahu bırakın sanal medyayı, 70’ler boyunca biz her 30 Mart’ta ortalığı yıkar, patlatmadık yer bırakmazdık ama şimdi geriye dönüp düşünüyorum da Mahir bizden başka bir şey istemişti, yıldönümü eylemleri değil!
Biliyorum, riskli ama biraz daha derine inelim. Newroz dışındaki periyodik günlerin, mesela 1 Eylül’ün, hatta 1 Mayıs’ın pörsüdüğünü görmüyor muyuz? Kim heyecan duyuyor bugünlerde? Kürsüyü dinleyen kaç kişi var alanlarda? Niye 1990’ların Çağlayan atmosferi bile yok? Gezi’de çocuğu ateşler içinde olan insanların bahane etmeyip koşturduğunu bilirim ben; şimdi şu mahut basın açıklamalarına gitmek niye o kadar zor geliyor insanlara?
Periyotlara ve kronolojiye endekslenmiş bir hat yerine, oturup bütün bunları bir kez daha düşünmemiz gerekmiyor mu? Hiçbir periyod ve özel gün olmaksızın, niye kimsenin aklına büyük bir “zamlara ve yoksulluğa hayır” mitingi gelmez mesela? Niye TÜİK önünde yasak savan DİSK, geniş bir çağrı yapıp “hele gelin kardaşlar, görkemli bir iş yapalım da şan olsun memlekete” demez? Niye Akbelen’den Dersim’e ve İkizköy’e, Hatay’a kadar her bölgeden binlerce insanı Ankara’ya taşıdığımız büyük bir ‘Madenlere Hayır” protestosu gerçekleştirilemiyor? Niye ‘korsan’ denilen şey tarih öncesi bir şey muamelesi görüyor? Niye basın açıklaması siyasal eylemin tek biçimi olarak algılanıyor? Trendyol işçilerini, inşaat ve enerji işçilerini seviyoruz da niye onların ‘meşruiyeti esas alan’ tavrını hiç örnek almıyoruz?
Kürtlerin tecride ‘taktığı’, saplanıp kaldığı söyleniyor; tamam öyle olsun. Ama bu bir strateji. Kendilerine ‘önder’ olarak seçtikleri kişiyi, kuyunun dibinden çıkarıp almak istiyorlar ve bunu yaparken, evet, gerekirse memleketin diğer gündemlerini ihmal etmeyi göze alıyorlar. Hayatta bir şeye ağırlık verirsen, bir başka şeyi biraz ihmal edersin, böyledir. Peki, toplamda devrimci hareket niye 1990’larda bazılarına benim de katıldığım Ankara’daki çok coşkulu “Tutsaklara sahip çık / Hücreleri parçala” mitinglerini yeniden gündemine almıyor? Şimdilerde unutulmuştur belki, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun 2005’teki İncirlik Yürüyüşü az şey miydi? 1996’da binden fazla gözaltının yapıldığı Habitat eylemleri için kim kimden izin almıştı?
Biliyorum, uzadı. Uzadı ve çok sayıda soru üst üste geldi geliyor. Ama benim derdim de sorular sormak zaten.
Dilber Ay’ın sorusu hepsinden önemli ama: Zorunda mıyız? Ve bu soru, doğrudan biçimde “action-reaction” meselesiyle ilgili görünüyor. Gerçekten, nasıl bir yol bulacağız bu ikisi arasında? Yılın her gününe ya bir katliam ya bir bayram seyran düşen bu coğrafyada periyodizmden nasıl kurtaracağız yakamızı?
Ebrar’ın da, Vargas’ın da eline koluna sağlık. Şimdi, biraz da bunları düşünebilir miyiz?