Van’ın Çatak ilçesi büyülü bir yer. Dağlar arasında içinden Kanî Spî’den ayrılmış bir çay geçen, küçük bir ilçe. Van-Çatak arasında uzayan yoldan gözlerini ayıramıyor insan. Heybetli dağlarıyla yol kenarlarına kadar taşan kaya parçacıkları arasından uzanan ince o yoldan geçerken böylesi bir yolculuk olacağını hiç düşünmemiştim. Yazın bu aylarında sakinleşen kayaların arasından yolumuza ulaşan Kanî Spî’ye rastladığımızda Çatak’a vardığımızı fark ettik. Vardıktan sonra bir mahalle kadar olan ilçeyi kaç tur döndük bilmiyorum.
Gözümüzün değdiği her nokta kartpostal gibi. Çatak, tek bir sokak boyunca uzanıyor. Bölgedeki tek düzlük alan olan çay kenarına inşa edilmiş, herkesin birbirini tanıdığı, ulusal kıyafetler satan bolca dükkanın olduğu, kaldırım kenarlarına sağlı sollu konulmuş masa sandalyelerde, koyu sohbetlerin yapıldığı uzun bir sokak. İlçenin tam ortasından geçen çayın içinde serinleyen çocukları ve boyunca uzanan dağlarıyla küçük bir Dersim adeta.
‘Evren el koydu, kayyım cami yapıyor’
Çayın üzerine konmuş tahta köprüde yemek yedikten sonra bizi gezdirmesi için daha önceden tanıdığımız Leyla Büge’yi aradık. Geleceğimizden haberi olmamasına rağmen tanıdığımız bir samimiyetle hemen evini tarif etmeye başladı. Birbirimizi sorduktan sonra Çatak’ı gezmek için yola koyulduk. İlk durağımız tepelerde bir mezraydı. Yokuş yukarı tırmanırken Kanî Spî’nin can suyunun aktığı çeşmelerin birinin önünde durduk. “Mutlaka için, bakın, böyle bir su içmiş misiniz?” dedi Leyla. Hakikaten de içmemiştik. Leyla, bir yandan tırmanırken bir yandan da gideceğimiz aileyi anlatmaya başladı. Evin erkeklerinden biri kaçakmış diğeri ise kayyımın gelmesiyle belediyeden ihraç edilmiş. O evde de kadınlar yine birbirlerine tutunarak, destek olarak hayatlarını sürdürüyorlardı. Bahçeye girer girmez evin büyükleri dışarı çıkıyor, “Siz kimsiniz, nereden çıktınız?” demeden sarılıp hatırımızı sormaya başlıyorlar. Biraz sohbetten sonra anne başlıyor anlatmaya: “Yokuş çıkarken gördüğünüz çayın yanındaki arazi var ya aslında bizimdi. Kenan Evren darbe zamanı el koydu, bir daha da geri alamadık. Şimdi kayyım üzerine cami inşa ediyor. Bizim gasp edilen malımızın üzerine camii yapıyor.” Sonra başlıyor, oğlunu anlatmaya. Belediyeden ihraç edildikten sonra hakkında dava açılmış. Cezası çıkmaya yakın gitmiş, daha da görmemiş annesi. Nerede, ne yapıyor, bilmiyor. Hem özlüyor hem merak ediyor. Bize bunları anlatırken de duygulanıyor, gözleri doluyor ki kızı durduruyor onu: “Ağlama, ağlanacak bir şey yapmamış!”
‘Halimiz bu ne anlatayım?’
Biraz daha oturduktan sonra Şehriban Elitaş’ın evine gitmek üzere kalkıyoruz. Vardığımızda Şehriban tandır başında. Bir yandan söyleniyor bir yandan ekmek yapıyor: “Böyle ekmek mi olur. Ben hayatımda böyle ekmek yapmamışım. Tutturamamışlar. Bıraksalardı da ben yapsaydım hamuru.” Ekmeği kardeşi için yapıyor. Komşularını toplamış, biri yuvarlıyor, biri açıyor, Şehriban da tandıra koyuyor. Diğer köşede diğer komşu başlıyor, yeni bir hamur yapmaya. Şehriban sert bir kadın. Sertliğini yaşadıklarından almış, belli. Onun da eşi kayyımın gelişiyle ihraç edilip tutuklanmış. Bir şeyler sormaya kalkıyoruz, “Anlatacak bir şeyim yok. Budur işte, ne anlatayım” diye kesip atıyor. Ona ulaşmanın bir yolunu düşünürken bir anda kadınlar hep bir ağızdan başlıyorlar kılam (şarkı) söylemeye. Sanki günlerce prova yapmış gibi bir senkronize olma hali. Bir süre dinledikten sonra görüntü almayı aklıma getiriyorum. Sonradan söylüyorlar, dağlara ot toplamaya gittiklerinde söyledikleri kılammış bu. Tandıra çok uyuyormuş. Sıcak ekmeğimizin yanında kendilerinin yaptığı otlu peyniri yedikten sonra vedalaşarak ayrılıyoruz.
‘Mücadele ile yaşamı sürdürdük’
Son noktamız Saniye Babur’un evi. Birkaç gün önce evin altındaki depoyu su basmış. Depodaki tüm eşyalar dışarıda. Bir yandan haline gülüyor bir yandan nasıl olduğunu anlatıyor. Hepimizin meseleyi tam olarak anladığından emin olduktan sonra yukarı, eve çıkıyoruz. Saniye çay koymaya içeri geçtiğinde Leyla, bize biraz onu anlatıyor: “Saniye’nin de eşi cezaevinde. Neredeyse evlendikleri günden beri de çıkmamış. Girip çıkıyor devamlı. Sesi de çok güzeldir, mutlaka ona bir kılam söyletin kızlar!” O sırada Saniye çay tepsisiyle giriyor içeri. Bizden önce Saniye abla başlıyor sorulara.
Kimsiniz, neredensiniz, aileniz nerede, ne iş yapıyorsunuz? Birbirimizi tanıma faslı sonrası sesinin güzelliğini duyduğumuzdan bahsediyoruz. Ufak bir ısrar sonrası başlıyor söylemeye. Bu kadar etkileyici bir sesinin olduğunu tahmin etmiyorduk demek ki, yüzümüzün şekli değişiyor. Kılam bittikten sonra Saniye’nin sesine mi, kılamın güzelliğine mi yoksa söylerken yaşamasına mı daha çok etkilendik, bilmiyorum. Boğazındaki şişliği gösterip, “Guatr çıktı bende, sesim bozuldu.
Gençken daha iyi söylüyordum” diyor. ‘Alternatiflerimi kurmaya cesaret ettim’ Biz daha sormadan Saniye anlatmaya başlıyor: “Ben babasız büyüdüm. Annemle beraber büyük bir mücadele ile yaşamımızı sürdürdük. Daha sonra severek evlendim. Çocuklarım oldu. Evliliğim boyunca eşim hep cezaevindeydi. Çok zorlandık ama zora hiç boyun eğmedik.” Geçimlerini nasıl sağladıklarını soruyoruz, “Kendi alternatiflerimi kurmaya cesaret ettim ve kilim dokuyarak çocuklarıma baktım. Ekonomik olarak bunu başardım. Kilim dokumaya gittiğim zaman daha anne sütü ile beslenen çocuklarımı kendimle götürüyordum. Çetin ve zor bir süreçten geçiyordum, bunu başarmam lazımdı” diye konuşuyor. Saniye’nin eşi, evlendiklerinden beri 9 defa tutuklanıp bırakılmış.
Son 3 yıldır yine tutuklu ama ne ifadesi alınmış ne de mahkemesi görülmüş. Her hafta cezaevine gittiklerini, bunun da onları ekonomik olarak çok zorladığını söyleyen Saniye, “Eşimle beraber yaşam bize de bir cezaevi. 11 gündür görüş yasağı getirilmiş ve aynı zamanda hücre cezası verilmiş. Neden, bilmiyoruz” diye anlatıyor.
‘Bizi yoran hep devlet oldu’
Biraz sessizlik sonrası devam ediyor: “Eskiden böyle değildi. Biz sabahtan akşama kadar yaylalarda çalışıp dururduk ama yorulmak nedir bilmezdik. Vermiş olduğumuz emek bizi hiçbir zaman yormadı. Bizi yoran hep devlet oldu. Ben toplumun ‘yapamazsın’ dediklerini yaptım, hep mücadele ettim. Eşim tutuklandıktan sonra kılam söylemeye başladım ve hala da söylüyorum. Bizim buralarda kadınların kılam söylemesi ayıp görüldüğü için ben söylediğimde herkes şaşırırdı, nasıl olur da şarkı söylersin diye söylenip dururlardı. Ama ona rağmen söylüyordum. Hiçbir zulüm sesimi bastıramazdı. Bu kılamlar ile biz, acılarımızı, bize yaşatılan zulmü unutmuyoruz, unutturmuyoruz.”
‘Yaşam mücadelemiz güçlendi’
Çatak’ta tanıklık ettiğimiz kadınların çoğunun mücadeleci olduğunu söyledikten sonra biz devam edemeden araya giriyor Saniye: “Kürt kadınları zulüm gördükleri kadar mücadele de etmişlerdir. Kürtler çok güçlü bir halktır ve her zorun üstesinden gelmişlerdir, geleceklerdir de. Biz sonucu ağır zulümlere şahitlik ettik ama bütün bunlara rağmen yaşam mücadelemizi daha da güçlendirdik. Yaşam bağımız her geçen gün daha da güçlenip büyüdü. Kadınlar mücadele etmeli ve zulme karşı direnerek yaşamalı. Toplumsal baskılar ve devlet zulmü ne kadar çoksa bizim yaşama isteğimiz ve azmimiz de o kadar dirençli. Hep beraber zoru aşarak başarıya ulaşabiliriz, yeter ki bir olalım, birlik olalım.”
Her zorluğa karşı kadın dayanışması
Kaldığım günler içinde geçirdiğim saatler sonrası Çatak’ı güçlü, boyun eğmez kadınlarıyla anımsayacağımı anladım. Hepsi birbirinden özgün ama bir o kadar birbirine benzeyen kadınlar. Yaşadıklarıyla hem yalnız başlarına hem de sürekli bir dayanışmayla başa çıkıyorlar. Birbirlerini tanıyor, anlıyor ve birbirlerine dokunuyorlar. Yanımızda bir anda kahkahalara boğulup, bir anda gözyaşı döküyorlar. Zamanın çoğunu bir arada geçiriyorlar. Yaz geldi mi dağlara çıkıp otu birlikte topluyor, kışlık kurutmalarını yine birlikte yapıyorlar. Neredeyse hepsinin eşi cezaevinde. Çocuklarına ve birbirlerine tutunarak yaşayan bu kadınlar, güçlerine güç katıyor, zorluklara kafa tutuyorlar.