Şu kuşaklar meselesine öteden beri bir türlü içim ısınmamıştır; bana her zaman aşırı genellemeci bir yaklaşım gibi gelir. Biraz da alt-üst devre misali birilerinin diğerlerini hor görmesinin yolunu açan bir şeydir sanki. Cezaevinden çıktıktan sonra -değerini ancak çok sonradan anladığım- bir şans olarak devrimci hareketin çok yeni kuşaklarıyla çalışma olanağını bulmuştum. Daha sonraki süreçlerde de -gazete dâhil- aynı şey oldu; “Biz eskiden su içerdik testiden” minvalinden muhabbetlere hiç karışmadım. Yanımda yönümde hep yeni kuşaklardan çocuklar vardı, hepsi harikaydı ve ben onların düşünme/davranış biçimlerini anlamaya çalıştım, onlar da bana katlanmaya çalıştılar. Belli bir yılda doğmuş olmanın insanları sınıflandırmada nasıl ve neden bir rol oynadığını hiç anlamadım. 78 muhabbeti de hiç sıcak gelmedi bana. Devrimciliğin deyim yerindeyse non-stop sürdürülen bir tutum, bir yaşam biçimi olduğuna inandım hep. Hatta örgütlülük bile öyledir; belli bir organik ilişkiniz olmadığında da örgütlü gibi yaşarsınız; çoğu zaman insanı iyi insan yapan, yaptıkları değil, yapmaktan imtina ettikleridir ve siz hep kendinize ‘ayar’ verirsiniz.
Ayrıca, kimseye haksızlık etmek de istemem, “kötüye bir şey olmaz” şeklindeki halk deyimini pek severim ama biraz da abartılı olduğu kanısındayım. Evet, 68’den 78’e ve sonrasına kadar her zaman aramızdan en iyileri yitirdiğimiz doğrudur ve elbette bu tesadüf değildir, onların en önde oluşuyla yakından ilgilidir ama yaşamak da bazen insanın elinde olmaz ve ağır bir suç değildir. Çok eskiden, henüz 17-18 yaşımdayken, üç-dört arkadaş birbirimize “25’i geçmeyelim lan” diye söz verdiğimizi hatırlarım. Kimileri geçemedi de gerçekten. Şimdi geriye dönüp bakınca, “25’i geçmemek” için elimizden geleni yaptığımızı hatırlıyorum ama yaşamda o kadar çok rastlantı var ki. Bazen birkaç milim şaşan bir mermi bile rol oynuyor insan kaderinde.
Sonuçta bunların bir önemi yok. Anlatmaya çalıştığım şey, adına ‘kuşak’ denilen şeyin, en azından benim açımdan, özel bir anlam ifade etmediği. Birileri “biz eskiden şöyle romantik ve fedakârdık, şimdikiler ise…” diye lafa başladığında kalanını dinlemiyorum bile. Ayrıca, belirli bir yılda doğmuş olanların tümüyle homojen bir topluluk olabileceğini de düşünmüyorum. Dönemin ruhundan kaynaklanan karakteristik özellikler vardır elbette ama devrimci hareket, her zaman sadece siyasal değil, sosyo/kültürel olarak da farklı kesimlerden oluşur; hatta aynı yapılar içerisinde bile ciddi kültürel farklar vardır. Benim 68’li bir abim vardı mesela ve evimizde bir kerecik bir ‘Beatles’ parçası duyduğumu hatırlamam. Örneğin, 68’in Fransa’dan sirayet ettiği fikri de, yalnızca belli bir kesim için geçerlidir; bana sorarsanız tam da tersine Vietnam’dan, Küba’dan, Cezayir’den Paris’e ve bize sirayet etmiştir, o da ayrı bir hikâye…
Tam da şu ‘Z kuşağı’ tartışılırken, yine aynı aşırı genellemeci tutumun tekrarlandığını düşünüyorum. Aynen ‘pandemi sonrası dünya’ üzerine üretilen bol robotlu fantezilerde olduğu gibi, bu konuda da orta sınıf merkezli bir düşünme biçimi var gibi. Bizzat teorileri üretenler de sanırsam kendi çocuklarına filan bakıyorlar ve orada gördüklerini bütün dünyaya teşmil etmeye çalışıyorlar. Bu arada Bangladeş ve Bağcılar’daki tekstil atölyeleri de gri bölgede kalıyor sanki. Dolayısıyla bir çuval ağzı açıp her şeyi ve herkesi, bütün sınıfsal-cinsel-etnik ayrımlardan azade olarak içine doldurmak, abartılı bir yaklaşım gibi duruyor.
Yine de, 2000 sonrasında doğan çocukların az çok ortak yanları var mı? Şüphesiz var. Daha dijital bir çağa doğmuş olmaları belki bunlardan biri ve sanırım bu zaten ellerinde olmayan bir şeydi. Daha savruk ve odaksız oldukları yazılıyor mesela; tamam ama odaklanacak bir odak yoksa çocuklar ne yapsın diye sorulmuyor hiç, vb. vb…
Bütün bunların hepsine eski klişelerden kurtularak ama eskilerinden daha tehlikeli olan yeni klişelere de kapılmadan bakmak, ‘Z kuşağının özellikleri’ adı altında hepsi de birbirinden kes/yapıştırla aparılmış yazıları çok ciddiye almamak gerekiyor.
Sonuç olarak, dünyayı değiştirmek, bunu yaparken kendini de değiştirmek isteyen insanlar, toplumsal yapıdaki her değişimi, özellikle toplumun geleceğini biçimlendirecek olan genç kuşaklardaki değişimi gözlemek, anlamakla mükelleftir. Yakın bir gelecekte aynı barikatların arkasında olacağımız kuvvetle muhtemel bu çocukları yaftalamadan, hepsi aynı tornadan çıkmış gibi davranmadan anlamak, onlarla yeni bir dil yakalamak bizim işimiz; ya da belki onlar bunu yaparlar. Ama sonuçta, her ne olacaksa sokakta olacak ve muhtemelen bizim ‘engin deneyimlerimiz’ yeniden ve yeniden güncellenecek. Toprağı bol olsun, Kemal Nebioğlu, 90’lardaki bir 1 Mayıs platformu toplantısında, Merter’deki binadaydı hatırlıyorum, 1950’lerdeki deneyimlerini yarım saat anlatıp hepimizi canımızdan bezdirmişti. Eh, sabır vardı bizde ve dinlemiştik yine de abimizi. Ama aynı sabır bu ‘Z’ takımında var mıdır, işte ondan pek emin değilim bak. Yaşayıp göreceğiz.