Turabi Kişin ile Zazakî masal kitabını, uçurumun kıyısında olan bir dilin içinde barındırdığı hakikat sırlarını konuştuk
Roza Alkan
Turabi Kişin’in üçüncü kitabı Waya Di Birayanê Pê Hawt Koyan geçtiğimiz günlerde Vate Yayınları’ndan çıktı. Zazakî/Kirmançkî yazılmış bu masal kitabında yazar kendi köyü Cafran’dan derlediği masallara yer vermiş. Cafran dokuz Alevi köyünden oluşan, Çewlîg’e bağlı Karer denilen bir bölgede yer alıyor. Merkezden uzak, yüksek dağların arasında bir bölge. Alevi köyleri genelde böyle yerlerde olur, sebebini bilirsiniz. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir dilde yazmak, özellikle de masal yazmak çok kıymetli bir uğraş. Anadilinde anlatılan masallarla büyümüş benim kuşağımın çocukları anadillerini konuşamıyor artık. Hem kültürümüzü hem de inancımızı -Özellikle Aleviler için- sonraki nesillere aktarmak ve yaşatmak oldukça güç olacak. Kaybolan sadece dil olamayacağı için oluşacak durumun sonuçları hepimiz için acı demek. Zazakî konuşan kesimlerin yok oluşa, asimilasyona karşı ortak bir politikaları da olmadığı için iş şimdilik kendi çabalarıyla, bin bir zorlukla dili yaşatmak için uğraşan bir avuç insana kalmış durumda. Turabi Kişin ile son kitabı özelinde Zazakî’nin durumunu, önceki kitaplarını dillimiz döndüğünce konuşmaya çalıştık.
- Yeni kitabınız ‘Waya Di Birayanê Pê Hawt Koyan’ Zazakî yazılmış bir masal kitabı. Bildiğimiz gibi Zazakî UNESCO’nun tehlike altındaki diller listesinde. Resmi statüde bir dil değil, eğitim dili olması yasak, kamusal alanda kullanılması için politikalar geliştirilmiyor; Göç ve İnsani Yardım Vakfı’nın (GİYAV) 2021’deki raporuna göre anadilinde konuşup yazabilen çocukların oranı 7,9 olarak tespit edildi. Yetişkinlerin oranı da çok farklı değil. Çok az insanın anlayabileceği bir dilde yazmak, onu yaşatmak için çabalamak acı bir uğraş olmalı. Ne söylemek istersiniz bu konuda?
Evet, maalesef bu gerçeğin farkında olmak çok ama çok acı verici. Sorunuz konuyu da özetlemiş aslında. Ben ve benim gibi birçok insanımız bu acı gerçeğe rağmen yazıyoruz. Kendimizce dur demek için çırpınıyoruz.
Benimkisi küçük bir çaba. Bu konuda büyük emek harcayan bildiğim çok sayıda insanımız var. Gerçekten de büyük saygı duyulacak bir emek. Dilimize, kültürümüze dayatılan büyük kuşatmayı yarma çabası diyorum ben buna. Umutlanmamızı da sağlıyor.
Devlet bütün mekanizmalarıyla bu çabayı da kuşatmak, boğmak istiyor. Görünmemesi, topluma ulaşmaması için aralanan her kapıyı kapatıyor. İnsanlık tarihinin en eski dillerinden biri olan Kürtçe’yi adım adım yok etmeye çalışan bir güçten medet ummak yerine toplumsal ve bireysel çabalarımızla ne yapabileceğimize bakmalıyız.
Madem ki dilimiz tarihimizdir, bedenimizdir, on binlerce yıllık hafızamızdır, dünya dilleri ve toplumları içinde var olma halimiz, rengimizdir, kimlik bulan karakterimizdir diyoruz, o halde sahip çıkalım. Yapılan insanlık suçudur ve onur kırıcıdır. Buna karşı mücadele bir onur ve insan olma meselesidir.
- Zazakî Türkçe’nin baskısına direnmekte zorlanıyor. Kürt coğrafyasında Kurmanci’ye göre daha dar bir alanda konuşulduğu için onun gölgesinde de kaldığını söyleyebilir miyiz?
Aslında denebilir. Daha doğrusu nereden baktığımıza bağlı. Bazen duyuyoruz işte bazı kesimler “Sadece devlet asimile etmiyor, Kurmanclar da Kirmanckî’yi yani Zazaca’yı asimile ediyor” diye. Bu tarz ifadeleri ayıplıyorum çünkü yüz yılı aşkındır sistematik olarak tek dil dışındaki tüm dilleri, inançları yok sayan ve ısrarla bitmesi için çaba sarf eden bir devletle aynı kategoriye konuluyor. Ve farkında olsun olmasın burada sinsi bir şekilde devlet masumlaştırılıp yerine Kurmanclar ikame ediliyor. Bu bana göre ciddi bir sapma ve okun yönünü ustaca değiştiren bir oyun. Nereden bakarsak bakalım Kurmancî de Kirmanckî de büyük tehlike altında. Sadece Kirmanckî için bu risk daha fazla diyebiliriz.
Diğer yandan, evet doğal süreç gereği bir gölgede kalış söz konusu. Şöyle ki; Bir defa Kurmancî Kürdistan’ın her dört parçasında kullanılan bir dil olmanın yaygın avantajına sahip. Türkiye sınırları içinde kalan Kürdistan’ın da neredeyse yüzde 90’ı Kürtçe’nin Kurmancî lehçesi ile konuşuyor. Oysa Zazaca’nın kullanım alanı sadece Türkiye sınırları içinde kalıyor ve nüfusun yüzde 10’una tekabül ediyor. Cumhuriyet süreci ile gelen büyük dil kırım politikalarını bir an için dondurduğumuzu düşünelim. Elbette ki nüfus yoğunluğu düşünüldüğünde hakim dil kendiliğinden Kurmancî olacaktır. Pazar dili, ekonomi dili, sokak dili belki… Kendi yaşadığım bölgeden bilirim. Biz Kirmanckî konuşanların önemli bir kesimi hiçbir zorlama olmadan bir süre sonra Kurmanci de konuşur oluyorduk. Oysa Kurmancların içinden Zazaca’yı öğrenen, rahatlıkla konuşan az çıkardı. Çünkü yaygın bir dil olduğu için ihtiyaç duymazdı. Ticaretini de hayvancılığını da, tarımını da, alet edevatını Kurmancların pazarında temin edebiliyordu. Onun pazarına ihtiyaç duyan onun dilini öğrenmek durumuna düşüyordu. Bu doğal bir sürecin sonucuydu. Biz bunu sistematik bir baskı ve asimilasyon ile kıyaslayamayız. Başta da belirttiğim gibi sinsi bir tuzağa çekilmiş oluruz.
- Her üç kitabınızın da mekanı köyünüz Cafran. Bu durum bana Gabriel Garcia Marguez’in köyü Macondo’yu hatırlattı. Macondo nasıl Latin Amerika’nın bir temsili olarak karşımıza çıktıysa Cafran da Kürt coğrafyasının bir temsili olarak karşımıza çıkıyor. Kaleminizi, zihninizi Cafran’da tutan tam olarak nedir?
Kendi önünde hazır duran tarladan ürün kaldırmayı bilmeyen biri uzak tarlalardan da verim alamaz. Anadilimde kullanılan bir söz var, “Locina kê xo kor meke, locina şarî tanî nêdana to” diye. “Kendi ocağında yanan ateşi söndürme, başkasının ocağında yanan ateş seni ısıtmaz” der. Kendi tarlamdan hatta içine doğduğum topraktan, evimde yanan ateşten, orada alnımı yalayan rüzgarlardan, bana can veren sulardan, bitkilerden, kayıp düştüğüm ama aynı zamanda piştiğim yamaçlardan yola çıkmasaydım yol da kuramazdım diye düşünüyorum. Evrensel olabilmenin yolunun yerelden geçtiğine inananlardanım. Burnumuzun dibini göremiyor isek uzağı görmemiz de mümkün olmaz.
Bu manada Cafran makro evrendeki mikro evrendir benim için. Ve doğru işlenirse mutlaka Marguez’in Macondo’suyla evrensel bir bağ kurar. İşim, bir güç tarafından ısrarla görünmez kılınanı kendi köyüm üzerinden görünür kılmaya çalışmak. Benim gibi kendi yerelinden hareketle hakikati görünür kılmaya çalışan çok sayıda insanımızın olduğunu biliyorum. Bizi toplarsan Kürdistan oluyoruz, Türkiye oluyoruz, Ortadoğu oluyoruz, Marguez’in oraya kadar uzanıp dünya, belki evren oluyoruz. Tıpkı yeryüzündeki ve altındaki tüm suların birbirine bir şekilde temas etmesi gibi…
- Bundan önce yazdığınız Sır Olup Gitmek isimli romanınızı çok beğenmiştim. Rojavalı Serdar’ın gözünden bir dönemi anlatıyorsunuz. Ustaca bir kurguyla, Kürt mücadelesine ve tarihine damga vuran bir döneme ışık tutuyorsunuz. Bana göre çok konuşulması gereken bir kitaptı ama sessiz karşılandı. Bu sessizliği neye bağlıyorsunuz?
Birçok neden sıralayabilirim. Bunlardan biri gerek benim ve gerekse yayınevinin yeterince tanıtım yapmaması idi. Zaten mevcut Türkiye koşullarında tanıtım yapsan ne çıkar ki? Ortada muhalifin, alternatif düşüncenin yayılmasına yol açacak radyo, televizyon, gazeteler mi kaldı? Hele de Kürt isen ve sözün bu alana dair ise… Yayınevi bulduğuma şükrediyorum.
Bir şekilde baskıdan çıktı diyelim, dağıtım ağları, kitabevlerine verme hem büyük organizasyon işi hem de maliyetli iş. Popüler bir yazar veya popüler siyasi bir kimlik değilsen sana alan açılması zor.
Özetlersek; imkanlar sınırlı olunca sonuçları da sınırlı oluyor. Beklenmedik bir durum değildi benim için. Bütün bu dezavantajlara rağmen ulaşabildiğimiz okuyuculardan gayet moral veren dönüşler aldığımı da belirteyim.
- Ayrıyeten Ona Da Selam Ederim isimli kitabınızı hapishanede yazdınız. Şu anda hapishanelerde 100’ün üzerinde yazar ve sanatçı var. Sadece toplumun değil, sanat camiasının da pek dile getirmediği bir durum bu. On yılı aşkın hapishanede kalmış bir insan olarak dışardaki bu duyarsızlığın içeriye nasıl yansıdığını, nasıl karşılandığını söyleyebilir misiniz?
Üzerine saatlerce konuşulabilecek bir durum. Öncelikle hapishanede yazmanın dışarıya göre onlarca, yüzlerce zorluğu var. Bir defa araştırma ihtiyacı duyduğunda öyle her yazılı kaynağa ulaşma şansın yok. Olayın tanıklarına, aktörlerine, mekanlarına ulaşma, bilgileri teyit etme vb. şansın yok.
Ayrıca kağıt kalem ile yazmak dışında öyle bilgisayar gibi bir seçeneğin de yok. Yazdığının kopyalarını saklama şansın da yok. Birilerine okutma ve fikrini alma şansın da çok az. En fazla odandaki bir iki kişiye okuyabilirsin. Onlar da ne kadar konuyla ilgili ise artık. Çok yönlü bir otosansür aklın olmalı, kelimelere hendek atlatmak gibi. Yoksa hapishane idaresinin imha veya ceza mantığına tabi tutulursun. Yaşadığım ve hala hatırlayınca çok üzüldüğüm bir örneği yeri gelmişken vereyim.
Yozgat Hapishanesi’nde birlikte kaldığım Ferhat Gümüşboğa adında bir arkadaşımız vardı. 12 Eylül 1980 darbesine teslim olmamış ve arkadaşları ile dağları mekan tutmuş. Sonra bir şekilde tutuklanmış. Diyarbakır Hapishanesi’nin o büyük işkenceli vahşet sürecinden geçmiş, tanıklık yapmış biriydi. Anılarını yazması için hepimiz baskı uyguluyorduk. Oturdu yüzlerce sayfa yazdı. Dışarı çıkarıp yayınlama sözü verdim. Bir grup arkadaşla birlikte Yozgat Hapishanesi’nden Muş Hapishanesi’ne sevkimiz çıktı. Ferhat Yozgat’ta kaldı. Yazdığı kitap bende. Muş Hapishanesi’nden içeri girdiğimizde el yazmalarımızın çoğuna el koydular. “İnceleyip vereceğiz” diye. Ferhat’ın yazdığı da dahil. Normalde bir hapishaneden diğerine gittiğinde geldiğin yerde zaten incelendiği için, yeni bir inceleme olmaması lazım. Ama öyle olmadı. Bir süre sonra peşine düştük “El yazmalarımız ne oldu?” diye. Önemsemediğimiz birkaç parçayı verdiler. Kalanlar için ise “Yasa dışı bulduk ve imha ettik” dediler. “Kim, hangi yetki ile?” sorularımıza cevap bile verme gereği duymadılar. Yargı, mahkeme şu bu hak getire.
Ferhat’ın o kıymetli emeği, ilk gruplara dair tanıklığı böylece yok olup gitmişti. Buna benzer onlarca, yüzlerce yaşanmış örnek verilebilir.
Her ay yapılan rutin aramaların dışında arada baskın aramalar yapılırdı ve elle yazdığınız yazı, şiir, resim vb. her şey bir talana uğrayabilirdi.
Diyelim ki; kimi esnek zamanlar, esnek hapishaneler oldu ve çıkarabildin. Peki dışarıda hak ettiği değeri görebiliyor mu? Yayınevlerinde hem de dost diyebileceğimiz yayınevlerinden yüzlerce arkadaşımızın emeğinin heba olduğunu biliyorum. Ya tozlu raflarda unutulmuş, ya şu akla bu akla takılmış, onu anlamaktan uzak kafalar tarafından okunup yetersiz bulunmuş, bilgisayara çekme, en azından bir arşiv olarak saklama zahmetinde bulunulmamış, şu aramada bu aramada kaptırılmış ama geri almak için gerekli girişimlerde bulunulmamış çok sayıda ürün biliyorum.
Şimdi durum böyle olunca içeridekinin yazma şevki devam eder mi? Onca zahmete rağmen ortaya çıkardığı eser kıymet görmüyorsa, çarçur ediliyorsa ne yapsın, nasıl devam etsin? Şunu demeye çalışıyorum, sadece tekçilikte ısrar eden akıl kuşatması altında değilsin, kendi zayıflıklarının, geriliklerinin, ihmalkarlıklarının, imkansızlıklarının da kuşatması altındasın.
Hasbelkader yayınlanma şansı bulan eserlerin okuyucuya ulaşma zorlukları zaten fazlasıyla var. Devletin fabrika ayarlarına hizmet etmeyen her ürün zararlıdır ve bir şekilde yol güzergahında ölü doğurtulmalıdır. Hukuki bariyerleri aşarsın ekonomik bariyerler girer devreye, yayınevi bulursun satacak kitabevi bulamazsın. İşte buna bir de kendi toplumunun ilgisizliği eklenince elbette üzülüyorsun.
Öte yandan öyle çok okuyan bir toplum da değiliz. Genelleme yaparak haksızlık yapmak istemem fakat bazen kendi bahçemizin otu bize acı gelebiliyor. Karşı bahçeninki daha tatlı gibi. Ezilen toplumların ruh hali olsa gerek. Egemen olanın ötekine çizdiği sınırlara farkında veya değil rızalık vermesi de denebilir.
- Biz halk olarak sanatçılarımızdan hep çok şey bekleriz. Sanatçıların sanat adına halktan nasıl bir beklentisi olmalı?
Aslında sarmal bir ilişki bu. Birbirini besler, tamamlar. Bir toplumun kendi aydın, yazar, çizerinden beklenti içinde olmasından daha güzel ne olabilir ki? Kuruyan bir ağaçtan meyve bekleyemezsin. Bu manada ağacımızın meyve vereceğine inanıyorsak onu beslememiz lazım. Suyunu, ışığını, toprağını, rüzgarını vb. düzenli alması lazım. Sanatçının, aydın yazarın ışığı, toprağı, rüzgarı, suyu toplumudur. Bu manada hizmet ederken doğru beslenmek, takdir edilmek, eleştirilmek, şımarmadan sevilmek ister. Marquez “Neden yazıyorsun?” sorusuna “Arkadaşlarım beni daha çok sevsin diye” cevabını verirmiş.
- Son dönemlerde Kürt sanatı ve edebiyatı adına sizi heyecanlandıran bir olay veya isim var mı?
Çok öyle isim veya olay belirtmeden şunu söyleyebilirim. Tüm zamanlar açısından ama son zamanlarda daha yoğun bir çıldırtma, çökertme, pes ettirme kuşatması altındayız. Çok inanarak ve gözlemlerime dayanarak söyleyeyim ki pes etmeyen bir toplumun pes etmeyen bir kültür, sanat, edebiyat camiası var ve üretmekten vazgeçmiyor. Pazarının, piyasasının, ekonomik getirisinin çok olmadığını, hatta egemenin oklarının kendisine yöneleceğini de bilerek üretiyor. Bundan daha heyecan verici ne olabilir ki? Aşk olsun bu topluma ki böyle güzel direniyor. Kırıp dökmeden, sanatsal bir estetizmle zalime ve uzantılarına had bildirerek direniyor. Böyle güzel direnen bir toplumun kültür, sanat, edebiyat damarları hep taze kan bulur, can bulur.
- Son seçimle birlikte halk, kayyımın gasp ettiği belediyeleri geri aldı. Belediyelerimizden kültür ve sanat adına ne tür çalışmalar yapmalarını beklemeliyiz?
Toplumu doğru okumalarını, popülizme, günü birlik hesaplara kaymamalarını, uzun nefesli projeler üretmelerini beklemeliyiz. Kesintiye uğramış bir tarih, kültür, hafıza, dil, inanç, sanat, edebiyat gerçeği duruyor önümüzde. Ucuz yaklaşan büyük kaybeder, kaybettirir. Her şeyden önce topluma, gençliğe, kadına, çocuklara ve üretmek isteyenlere uygun mekanlar, alanlar açmak gerekir. Destekleyen eğitimler gerekir. Toplumsal bir amacı, hedefi olan aktiviteler gerekir. Büyük çürütme politikalarına karşı başka nasıl alternatif belediyecilik yapılabilir ki?