Bir erkeğin önce bir genç kadını, sonra da bir başkasını öldürdükten sonra Fatih Edirnekapı surlarından atlamasının üzerinden on günden fazla süre geçti. Sansasyon bitti, haberler azaldı, arada birileri “aslında kızın da şöyle böyle olduğunu” söyleyip ortalığı hareketlendirse de, küçük artçı depremler gibi bunlar; olup bitiyor, dakikalar sonra unutuyoruz. E zaten ortada yargılanıp cezalandıracak biri yok; teknik açıdan da bakıldığında haberi sürdürmenin pratik imkânı bulunmuyor.
Irkçılar üzgün tabii. Cinayetleri işleyenin Suriyeli filan olmaması çok can sıkıcı. Hatta lanet olası çocuk Kürt bile değil! Yine de hadiseyi bir şekilde mülteci akınlarına ya da ‘terör örgütü’ne bağlamak mümkün belki ama zayıf bağlantı noktaları çok da keyif vermiyor. İslamcılar ve tarikatçılar bu konuda biraz daha kısmetli. En azından onların “namazdan uzaklaşan neslin felaketi” gibi her vakada öne sürülebilecek kullanışlı argümanları var. Buradan tutup daha fazla İmam Hatip, daha fazla Kur’an Kursu gibi asırlık reçeteleri öne sürmeleri mümkün. Gerçi oralarda olup bitenler de pek hayırlı işler sayılmaz ama olsun, her rezaletin bir öncekini unutturduğu Türkiye’de yine de denenebilir.
Ha, bir de sanal âlemin ‘kahramanları’ var. Onlar nispeten yeni bir kategori. Olay dijital âlemde hızla bir ‘düzgün erkek/sapık erkek’ muhabbetine dönerken, ‘inceller’ diye tanımlanan yeraltı ağları hedef haline geliyor, büyük çoğunluğu kafa yapısı olarak onlardan farklı olmayan ‘düzgünler’ topluluğu ‘sapık avı’na çıkıyor. Biraz dijital teknolojiyi bilenler bazı hesapları tespit ediyor, sonra ‘cezalandırmalar’ başlıyor, vs… Bir histeriye dönüşen bu ‘arındırma’ harekâtının ne kadarının gerçek, ne kadarının palavra olduğu da bilinmiyor ama en azından böylece kolay bir ‘hedef’ bulunuyor ve bazıları biraz rahatlıyor. Sözü edilen yeraltı ağları gerçekte ne kadar tehlikeli, o da bilinmiyor aslında. Küçük bir kesimin ciddi cinayet eğilimleri gösterdiği kesin olsa da, sanal âlemde ‘keselim biçelim’ diye katile övgü düzenlerin büyük bir bölümü gevezelik yapan çoluk çocuklar gibi duruyor. Doğrusu bu konuda ben de tam bir yargı yürütebilecek durumda değilim.
Ama her neyse işte. Bir süre sonra ‘düzgün’ erkekler de yoruluyor, av gevşiyor ve bir dahaki trajediye kadar işlerine güçlerine dönüyorlar. Netice itibarıyla Karaköy’deki bir esnafın, mahalledeki bir abinin de ailesi, arada bir dövülmesi gereken karısı filan var. Bu adrenalin düzeyi ‘sürdürülemez’ bir durum yani.
Polis devleti ve sokaklar
Sonuçta kala kala ortada, sıradan yurttaşın “yahu bu polis uyuyor mu” sitemi kalıyor. Şahsen tanışıklığım olan okurlar bir devrimcinin ağzından bu sözlerin çıkmasına şaşırabilirler ama bence yurttaşın bu sorusu en azından belli bir açıdan anlaşılabilir duruyor. Adam, haftalardır, aylardır bir sürü video yayınlıyor, (bu arada aynı günlerde kadın polisi öldüren kişinin sanal medyadaki silahlı görüntülerini ve adli kontrolden kaçışının umursanmamasını da hatırlayın) cinayet işleyeceğini bas bas bağırıyor. Sonunda gerçekleştiriyor dediğini, önce birini öldürüyor, sonra büyük bir rahatlıkla ikinci aşamaya geçiyor, surların tepesinde yapacağını yapıyor. Ve bütün bunlar devasa bir polis ordusunu besleyen, dünyada ‘polis devleti’ olarak tanınan Türkiye’de oluyor. Türkiye şu anda, kişi başına düşen polis sayısında Avrupa üçüncüsü. Son 5 yılda yüzde 21 artış gösteren polis sayısına jandarma, bekçiler, istihbarat ve bütün diğer teferruat eklendiğinde neredeyse 600 bine varan bir silahlı güçten söz ediyoruz. Bütün bu mekanizmanın harcamalarına kısıtlama koyan bir anlayış da yok siyasal olarak. Savurma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı bütçeleri Türkiye’nin kutsal bütçeleridir her zaman; onlara dokunmak muhalefet dahil zinhar kimsenin aklının ucundan bile geçmez. Yani sonuçta, yukarıdaki soruyu soran yurttaş, daha sonra “canım polis her yere nasıl yetişsin” diye kendini avutmaya çalışsa da taşlar tam yerine oturmuyor. Çünkü aynı yurttaş polisin istediği yere saniyesinde yetiştiğini, cezaevlerinde insanların balık istifi yattığını da biliyor.
Altını kalın kalın çizerek söyleyeyim, elbette bütün bu korkunç şeylerin ‘polis ihmali’ yüzünden gerçekleştiğini düşünmüyorum. Elbette toplumsal çürümeden, milyonlarca gencin geleceksizliğine ve kapitalizmin yarattığı vahşet ortamına kadar gidebilir ve uzun bir sebepler manzumesi sayabilirim. Ama bir şey daha var ve onu atlamamak gerekiyor. Türkiye, genel olarak (12 Eylül’ü de kapsayan) son kırk yılda ve tabii ki AKP rejiminin temellerini attığı son süreçte, adli vakaları, sokak asayişini boşlayan, polisin bütün gücünü devrimci/demokrat muhalefetin bastırılmasına odaklayan bir süreçten geçti. Aslında bir zincir gibi bu. Geçmişte 1. Şube (Siyasi Şube) olarak anılan bölümün ilk reorganizasyonunun ve timlerin yaratılmasının, o zamanlar ‘panzer’ diye bilinen tomaların sokağa çıkarılmasının ‘şerefi’ 1970’lerde CHP’li İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e aittir. Organizasyonu oradan devralan 12 Eylül rejimi, teşkilatı biraz daha geliştirmiş ve daha sonra da, özellikle Kürtlerle savaşın derinleşmesine bağlı olarak cunta koşullarında rütbeler edinmiş olan Ağar gibi ekiplere devretmiştir. 1. Şube’nin Terörle Mücadele Şubesi’ne evrilmesinden sonraki aşamalarda da ‘Özel Harekât’, JİTEM ve bütün diğer organizasyonlar birbiri ardına gelmiştir. Sonrası ise biliniyor. Binlerce polisten oluşan bir orduya dönüşen mekanizma, eski ‘Toplum Polisi’nin ‘Çevik Kuvvet’e dönüşmesiyle kitlesel olaylara saldırı kapasitesini artırmış, bütün bu süreçlerde devlet maddi manevi hiçbir konuda cimrilik yapmamıştır. Bu durum, poliste TMŞ ve JÖH-PÖH, İstihbarat gibi bölümleri ‘patron’ haline getirirken, bölgesel sokak asayişinden sorumlu karakol polisi evrak memuruna dönüştürülmüş, karakollar da fazla gelen gözaltıların ‘misafirhanesi’ olarak kullanılır olmuştur.
Asıl düşman: Muhalifler
Böylece, görev bölgesindeki sokakların girdi çıktısını ve adli suç odaklarını bilen sıradan polis memurları, (kendileri tarafından da memnuniyetle karşılanan!) bir paralize olma durumu yaşarken, bütün imkân ve teçhizatını Kürtler başa olmak üzere siyasi muhalefete saldırı için koşullayan düzen tarafından “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” noktasına getirilmiş ve ideolojik olarak da biçimlendirilmiştir. Dahası, bir bütün olarak mafyalaşmış olan devlet düzeni içinde yakaladığı bir ‘torbacı’nın hangi siyasi gücün adamı olduğunu, hangi bakan ile fotoğrafının ortaya çıkacağını kestirememe hali varken ‘bal tutan parmağını yalasın’ ruhuyla davranan polis, ipin ucunu iyice salmıştır.
Bu noktada sözde “AB’ye uyum” adı altında tam bir Şark kurnazlığıyla yapılan bütün “yargı reformlarında” Kürtler ve devrimcileri dışta tutan AKP rejimi, adli vakalardaki gözaltı, tutuklama ve infaz rejimini defalarca değiştirmiş, sık sık yapılan “Teröristler hariç” düzenlemelerle çoğunu defalarca dışarı salmış, öyle ki artık siyasal olmayan bütün vakaları (en çok da kadın cinayetlerini) cezasızlık noktasına taşımıştır. Bazen sıradan yurttaşlar “Yahu bu adam üç günde nasıl çıkar” diye şaşırıyor ama aslında çoğu uygulama ‘yasalara’ bal gibi de uygundur, daha doğrusu ‘uydurulabilir’ durumdadır.
Bütün bunlar ortadayken ve dahası adliyelerde ‘tahliye rüşvet tarifeleri’ oluşmuşken, gidip herhangi bir karakol polisi ile samimiyet kurun ve sorun bakalım ne yapıyor? Yaptığı çok açık: Sırtını dönüp uzaklaşıyor! Dibinde biri birinin kolunu bacağını kırsa, gözünü oysa, şüpheliyi gözaltına alıp götürmek, hastanesiyle, adliyesiyle tam günlük berbat bir mesaidir ve bu mesainin sonucunda adamın serbest kalacağı yüzde bin beş yüz oranında kesindir! Dolayısıyla, polis, bir torbacıyı şurada yakalasa öte yanda bırakılacağını biliyor ve yüzünü çevirip gidiyor ya da mekanizmanın ‘parçası’ olup emekli maaşına ‘katkı’ sağlıyor. En ‘pis’ suçlarda ise bazen “nasıl olsa bu herifi iki ayda bırakacaklar, bari temiz bir döveyim” diye bütün sınırları aşıyor. İşte o yüzden Esenyurt’taki tekel bayisinde cinayet işleyenler, kamerayı umursamıyor; çünkü herkes artık işlediği suçun ‘yatarı’nı gayet iyi biliyor!
Bu koşullar altında, Dudullu Karakolu’nun kadın polisi öldüren gencin adli kontrol ihlalini savcılığa bildirmemesi, bir ‘ihmal’ değil, Türkiye’deki polis rejiminin temel mantığının bir sonucudur. Adı geçen şahıs, aptallık edip polis öldürmese şu anda aramızda gezebiliyor olacaktı. Yine aynı şekilde, bir ‘erkek şiddeti’ şikâyetinde CMUK ve AB uyum yasalarına milimi milimine uyan, harekete geçmek için “ısrarlı takip”, “sistematik taciz” gibi sözde yasal koşulları titizlikle gözeten polis, bir öğrenci gösterisinden çekilmiş fotoğrafta şahsın ağzının “slogan atarcasına açık” olmasını gözaltı için yeterli sayabiliyorsa, bu da bal gibi ideolojik bir konumlanış, bir rejim ezberidir.
Reformlar yetmez
Şimdilerde, sanal âlemin bir bölümünün kontrol edilemediği, öyleyse yeni baskı yasaları ile internete yeni sansürler getirilmesi gerektiği yolundaki hükümet açıklamalarının da tümü yalandır. Bugünkü teknolojik koşullarda internet âleminde ulaşılamaz yerler olduğu iddiası tamamen manipülasyondur. Asıl mesele, Emniyet bünyesinde oluşturulan Siber Suçlar bölümünün siyasal iktidar ve istihbarat tarafından tümüyle muhalifleri kontrol için şekillendirilmiş olmasıdır. Yoksa, X sitesindeki anonim hesapları çözen sistemin pekala başka alanları da kontrolü mümkündür aslında.
Sonuç olarak, yukarıda da altını kalınca çizdiğim gibi, elbette bir devrimci olarak ‘asayiş eksikliği’nden yakınıyor değilim. Elbette uzun bir sebepler listesinden bir tekini öne çıkarmak, toplumsal gerçekliği görmemek gibi bir durumda değilim. Yaşım ilerledi biraz ama “Huzur veren bekçi amcaların düdükleri” gibi abuk sabuk nostaljilerle de vallahi hiç işim olmaz. Ama bütün bu söylediklerim de hafife alınacak şeyler değil. Kürtleri, kadınları, emekçi kitlelerini ve devrimci hareketi izlemek, saldırmak ve ezmek üzerine kurulmuş olan zor mekanizması, günümüzde artık tam da Marksist literatürdeki tarifine oturmuş, düzeni korumak dışında tek bir aksiyon bile göstermez, parmağını bile oynatmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla, düzen muhalefetinin bugünkü polis rejimini palyatif yollarla değiştirme iddiası da boş bir hayalden ibarettir, düpedüz yalandır. Şüphesiz ekonomik, politik anlamda total bir düzen değişikliğine bağlı olarak bu mekanizma, devrimci yoldan tümüyle dağıtılmadıkça, yalnızca muhaliflerin hayatı değil, sokaklardaki sıradan yurttaşların, kadınların, çocukların da hayatı güvence altında olmayacaktır.