Gece apansız iner bölgenin varoşlarına… Dörtnala bir kısrak gibi, karanlıklar boyu yol alır rüzgâr. Sallanır yeryüzü, kayar ayaklarının altından mekân. Deprem diye bağırır konu-komşu, sokaklara doluşur tüm hane halkı. Kendi diyarında gurbette sanırsın kendini.
Işıklar sönmüştür, telefonlar kilitlenmiştir. Yüreğime acının sesi tırmanır, kucağında çocuğuyla bir ana gökyüzüne seslenmektedir. Rebiyo wa derdan gi ji kû tê. (Bunca dert nereden gelir Allahım.)
Artık bütün sözcükler kendi dar anlamını aşan bir yoğunluk içinde.
Artık bütün fiiller şimdiki zaman çekimli olur. Şimdi ne söylesen karanlığa yazılır, korkarsın gece yeni bir çığlık başlatabilir. Korkarsın kimi görüntülerle yüz yüze gelmekten, bir ayaz yine geceyi teslim alabilir. Bütün sözcükler bir bakışın görüntüsünde eriyebilir. Bütün saatleri bir sarsıntıya çevirebilir.
Tepeden tırnağa kara bulutlar sarmış her yeri. Akşam iner yıkık evlerin anılarına…
Yaralı bir ceren sureti gibi acılar sarmıştır ince solgun yüzünü. Gözlerinde bin yıllık acının tarihi var.
Anlatsam da olmaz dersin, anlatmasam da nasılsa bir acıyı emzirir bütün sözcükler. Bazen susmak söylemektir her şeyi… Kulakların duymadığı, gözlerin görmediği, ellerin uzanamadığı… Şarkını yitirmiş gibi olursun, ne ısınacak, başını sokacak bir mekânın kalmıştır ne de seni avutacak kimselerin. Aynı ateşin yaktığı ağıtlarda buluşur kentin en uzak köşeleri.
***
Kimi zaman anlatılamaz, dağarcığındaki tüm sözcükleri seferber etsen bile tanımlanamaz bazı şeyler. Tüm tarifler eksik kalır. Hiçbir yanıt kanıt olamaz. Sözcükler kurdukları cümleden hoşnut değildir. Tüm imla bilgileri gereksiz ve geçersizdir. Çünkü cümle öznesinin yüklemle kavgası vardır.
Kimi sözcükler görüntülerin rutini haline gelmiştir artık… Deprem, zaman, gece, çığlık, çocuk, ekmek, göçük, soğuk, kar, hawar, devlet… ve benzer sözcüklerden bir umut kulübesi yapamazsın, bunu daha önce de gösterdi sana hayat… Provasız oynanan bir dram gibi, eski bir alışkanlıktır buralarda derinden bir keder parçalar yüreğini. Artık bu da bir yaşama biçimi.
Zaman kırık bir keman gibi… Yeniden nereden vuracağını kestiremezsin. Adını koyamadığın tarifsiz bir keder düğümlenir gecenin boğazında.
Acının değişmez uğultusudur, bir saatin tik-taklarınca somutlaşan bir duygu. Kanında, canevinde, yüreğinde damıtır seni…
En yetkili ağızlardan verilen sözler hükmünü yitirmiştir. Ekranlarda söylenen yalanlar bir battaniye özlemi kadar bile ısıtamaz içini.
Sonu olmayan bir başlangıç gibi, görüntüler hep eksiktir. Belki bir tas komşu çorbası çözer yüreğinin kilitli olan dilini… Bir dokunuş, bir merhaba anımsatır sana belki kimi şeylerin değerini.
Yani kolay olmuyor artık her saat bir cinnete gönüllü gecenin karnında parantez açmak… Sen bu cinnetin yabancısı değilsin… Bu saatlerde böyle olur hep… Şakakları zonklar gecenin… Gözlerinde gel-gitler, yüreğin dilim dilim.
***
Bu yıkıntı hayat tanıdığındır, şimdi yalan iklimi. Eski bir alışkanlıktır burada, acılar emzirir gecelerini. Anılar uykusuzluğun içinden süzülür gelir… Sararmış bir fotoğraf da kalmamıştır elinde. Donmuş bir surettir hayatın her karesi… Bulaşıcı bir hastalık gibidir, alışmak kötü şeydir. Anılar süzülür gelir gecenin karanlığından. Tazelenir sargılar, yaralar alevlenir, gelir oturur yangının orta yerine…Yerleşik bir sözcük olur yalan yetkilinin repliğinde, nereden vuracağını kestiremezsin.
Sonra alışırsın. Bir acı alır, bir ağrıya terfi eder kendini. Önce tuhaf bir sancı gibi gelir, sonra bir alışkanlık, bir aşinalık. Ağulu bir bıçak gibi… Zamanın ruhuna düşürülmüş bir dipnot gibi bu acı da sana hayatın bir zulmeti.
Bu bir öykü, bir senaryo, bir kurgu değil hayatın bizzat kendisidir. Kimi kavramları yeniden anlamlandırmak gerek. Dayatmak, direnmek gerek yine de… Bir çiçeği sular gibi. Bir yağmurun sesine ayarlanmış adımlar gibi. Şiir gibi, şarkılar gibi…