Yaptığımızın değil, varlığımızın suç sayıldığı ve varlığımızın mütemadiyen devletin varlığına kurban edildiği cangılın içinde yaşıyoruz. Kafka’nın Dava adlı romanının kahramanı Joseph K.’nın yaşamın kendisi tarafından tutuklanmış olması gibi, doğuştan bir suçla ve suçlu olarak doğduğumuz için, anne karnında bile katlimiz vacip sayılıyor.
Vartinis‘te (Muş-Altınova) 3 Ekim 1993 gecesi saat 03.30’da bir ev üniformalı katiller tarafından yakıldı. Evin içinde on kişilik Öğüt Ailesi varken gerçekleşti bu katliam. O evin içerisinde baba M. Nasır Öğüt, anne Eşref Oran, çocukları Sevim, Sevda, Aycan, Mehmet Şakir, Mehmet Şirin, Cihan ve Cinal ile anne Eşref Oran’ın karnındaki bebek yakılarak katledildiler. “Anne karnında yakılarak katledilen bebek” sözcüğü dehşete düşürmesi lazım bütün toplumu ama Batı’daki sağır kulaklar duymadı, duymazdan geldiler. “Çıkan çatışmada dokuz terörist etkisiz hale getirildi” haberini duymaktan mutlu oldular. Gerçekler mahkemenin tozlu dosyalarında yetim bırakıldı. Katliam emrini veren Yüzbaşı Bülent Karaoğlu’nun, kapı ve pencereleri kapattırarak evi içindekilerle birlikte ateşe verdirdiği, yangına müdahale etmek isteyen komşuları dipçiklerle dövdürttüğü gerçeği mahkeme zabıtlarında bırakıldı.
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’ndan sadece üç ay sonra gerçekleşen Vartinis Katliamı’nın bu kadar bilinmez-görünmez kılınması sadece yasal mermili katillerin “mahareti” olmasa gerek. Kürtlerin ölümünü istatistik olarak görmeye alıştırılmış “duyarlı Batı kamuoyunun” bu sessizlik sarmalında sorumluluğu hiç de az değil. Her zaman olduğu gibi Vartinis Katliamı’nda da, Kürtler kendi ölümünün faili sayıldı, tıpkı Sivas Katliamı’nda katledilen Alevilerin “kışkırtıcı” ilan edilmesi gibi. Madımak Oteli önünde “yak yak” sloganı atan ırkçı-yobaz kitleyi izlemekle yetinenlerin, Öğüt Ailesi’nin evini emir-komuta zinciri dâhilinde ateşe verenlerin yargılanmasını sağlayabilmek sonraki katliamları engelleyebilirdi. Engellenemedi ve diri diri yakılan canlara 19-22 Aralık Cezaevi Katliamı’nda yeni isimler eklendi.
Devlet organları “gerektiğinde” çok yavaştır, hantaldır, güçsüzdür, ömür ve zaman törpüsüdür. Madımak Oteli önünde bir cemse asker, denize düşmüş karpuz kabuğu gibi “çaresiz”dir. İstanbul Gazi mahallesinde ise katliamı protesto edenlere karşı kolluk güçleri keskin ve nişancıdır. Muhaliflerin yargılanması esnasında savcılar şahindir. Olmayan deliller bulunur, varlığı muamma tanıklar uydurulur, asla dosya zamana yayılmaz, boşluk bırakılmaz. Sosyal medyaya yazılan bir mesaj 37 kere ağırlaştırılmış müebbet hapse delil olur ama Umut Kitabevi’ne bomba atarken halk tarafından suçüstü yakalanan “iyi çocuk Ali”ye karşı tanıklar da, deliller de daima hükümsüzdür.
Abdullah Çatlı’nın yasını tutan Tansu Çiller ne demişti? “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidirler.” Yargısız infazcıların yargıdan kaçırılması, yargıdan kaçırılamadıklarında hukuk hokkabazlıklarıyla cezasız bırakılmaları, katledilenlerin yakınlarının adliyede kolluğun saldırısına maruz bırakılmaları… Bu yöntemlerin tamamı katillerin ellerini soğutmamaya hizmet ediyor.
Sivas Katliamı davasının “firari sanıkları” hakkındaki dava otuz yıl süründürüldükten sonra “zamanaşımı” gerekçesiyle düşürüldü. Binlerce devrimcinin, Kürdün katledilmesiyle ilgili “faili meçhul cinayetler davası” Mehmet Ağar, Korkut Eken vb. meşhur faillerin “yargılandığı” dava zaman aşırılarak ortadan kaldırıldı. Tek suçu Kürt yurtsever olmak olan Öğüt Ailesi’nin katledildiği Vartinis Katliamı davası bilerek-tasarlanarak ve açıkça katiller korunarak zamanaşımına uğratıldı.
Öğüt Ailesi’ni diri diri yaktıran Yüzbaşı Bülent ile onu otuz yıl koruyan zihniyet yeni Sivaslar, yeni Vartinisler için zaman kolluyor. “Geç gelen adalet”e bile tahammülleri yok, onlar hiç gelemeyen adalet istiyor ve ömrümüzden zaman aşırmak için tetikte beklemeye devam ediyorlar.