Suriye Devleti’nin meşru yönetimi, ülkede yıllardan beri süregelen uluslararası komployu alt etmek için son direniş noktası İdlib’i yabancı terörist gruplardan temizlemeye çalışıyor. Ancak bu hususta söz konusu gruplardan çok, onların vasiliğini üstlenen dış güçlerle mücadele etmek zorunda. Örneğin ABD Başkanı Trump, tepesinin attığını, öfkesinin çok kötü sonuçları olacağı tehditleri savururken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ise varsayımsal bir kimyasal silaha kullanımı ihtimalini öne sürerek ‘vururuz’ demekte. Türkiye, milyonlarla ifade edilen yeni bir göçmen krizi riskini dillendirerek sınıra askeri yığınak yapıyor. Bu hengâme içinde ABD savaş uçakları, daha önce teröristlerden temizlenen ve meşru hükümetin kontrolünde olan Der el Zor kasabasını fosfor bombalarıyla vurmaya başladı bile. Bilindiği gibi fosfor bombaları Birleşmiş Milletler kararı ile kullanımı yasaklanmış mühimmat listesinde bulunuyor. Ancak BM’nin bu ihlalden ötürü ABD’ye yönelik herhangi bir tedbiri, hatta uyarısı bile söz konusu değil.
Bütün bu gelişmeler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra şekillenen tek kutuplu dünyada küresel sermayenin nelere kadir olduğunun da trajik bir göstergesi.
Bilindiği gibi, 1990’lı yılların başlarından beri şekillenen yeni dünya düzeni dilimizde küreselleşme tanımıyla ifadesini bulan ‘globalizm’ hedefi ile hayata geçti. Avrupa Birliği’nin genişleme programları ile birlikte sunulan bu yeni model, ilk başta sınırların, gümrük duvarlarının, kısıtlamaların kalkacağı bir küresel dünya algısına yol açtı. Dönemin iklimine uygun şekilde Varşova Paktı diye bilinen askeri birlik dağılırken geçmişin Doğu ile Batı bloklarının sınır boylarından uzun menzilli füzelerin taşıdığı nükleer başlıklar söküldü, rampaları da iç bölgelere taşındı.
Tüm bunlar ilk bakışta çatışmasız bir dünyanın kuruluşuna giden yolun kilometre taşları olarak sunulmaktaydı. Ancak uluslararası siyasetteki bu sanal barış ortamı başka bir alanda, emek-sermaye karşıtlığında bütünüyle başka bir iklim oluşturuyordu. Küresel kapitalizm, sosyalist blokun tasfiyesinden sonra hızlı bir şekilde emekçi haklarının gaspına yöneldi. Bir yandan ücretler kısılırken, diğer yandan günlük çalışma saatleri esnetilerek uzatıldılar. Bu uygulamalara direnme olanağı da işsizlik tehdidi ile gasp edildi.
Yeni dünya düzeninde bütün ülkelerin halkları geniş bir tüketici kitlesine dönüştürülürken, üretim de en ucuz işgücünü sunan ülkelere kaydı. Türkiye gibi geleneksel üretim potansiyeli olan ülkelerin bu imkânları planlı bir şekilde tırpanlandı. Tarım ülkesi olarak kabul edilen memlekette ekonomik değeri olan tarım ürünleri sadece altı kalemde sınırlanıyor. Sanayiye yönelik tarım ürünleri olan pamuk ve tütünde dışarıya bağımlı hale gelindi. Çukurova’daki pamuk tarımı tekstil sanayiinde önce kumaş, ardından da giysi olarak önemli bir ihracat kalemi oluşturmaktaydı. Şimdi ise bu ürünler Çin’den ithal ediliyor. Üstelik yerli üreticinin fiyat anlamında rekabet şansı da tümüyle ortadan kalkmış halde.
Aynı şeyi Karadenizli tütün üreticisi için de söylemek mümkün. Burada da önemli bir endüstriyel tarım ürünü Avrupa Birliği dayatmaları ile şekillenen hükümet politikaları sonucunda yasaklandı ve köylünün ciddi bir maddi kayıp yaşamasına neden oldu.
Aynı örnekleri hayvancılık anlamında da çoğaltmak mümkün. Tek bir örnekle yetinelim, Kars ilinde faaliyet gösteren tek sanayi tesisi olan ‘Et ve Balık Kurumu’ hükümet kararı ile özelleştirildi. İhaleyi kazanan ‘Koç Holding’ ilk iş olarak bu tesisi kapattı.
Genetiği değiştirilmiş tohumlar yolu ile sağlanan dışa bağımlılığı, hastalıklı et ithalatının yol açtığı salgınları vs. konuşmayı bir başka yazıya bırakalım ve bu yazının girişindeki İdlib meselesine geri dönelim.
Suriye’de yaşanan iç savaş bu ülkenin iç dinamiklerinin değil, çevresindeki veya uzağındaki bir dizi devletin sistematik saldırısının sonucudur.
Türkiye, İran ve Rusya Federasyonu devlet başkanlarının Tahran’da Suriye’nin kaderini belirlemek üzere toplanmaları, yeni dünya düzeni denen ucubenin en çirkin görüntülerinden birini oluşturuyor. Sadece birini, zira benzer çirkinlik görüntüleri saymakla tükenecek gibi değil. Mesela Soçi’de Kürtlerin katılmadığı toplantıda Kürt halkının kaderinin baelirlenmesi de daha az çirkin değildi. Şimdi ise Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu bu çirkin siyasetin çıtasını daha yükseğe çekerek, Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib iline yönelik saldırıların amacının İdlib’i ele geçirmek olduğunu belirterek, “Bu ciddi bir risk taşıyor. Her bakımdan bir felaket olur” dedi. Diyebildi, sanki İdlib Suriye’nin değil de bir başka ülkenin kentiymiş gibi.
İnsanlığın kurtuluşu Trump, Erdoğan, Putin vs. değil, doğrudan neoliberal kapitalist düzenin yıkımı ile mümkün olacak.