İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet modernitesine geçiş döneminde ordu, bürokrasi ve siyasal partiler arasında çelişki, çatışma, anlaşmazlık olsa da hikmet i hükümetin üzerinde anlaştığı konular günümüze kadar devam etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile devlet kurumları, iktidar ve resmi muhalefet “kontrol ve denetim altına” alacakları özneler hakkında devamlı ittifak halinde oldular. Başka bir ifade ile Cumhuriyet modernitesini oluşturan kurumlar bu kurumlarda görev alan elitlerin “tekçilik” konusunda anlaşarak, ilk günden bugüne kadar farklılıkları yok etmek amacıyla kurdukları ortaklık bugüne kadar devam etmektedir. Resmi ideolojiyi oluşturan kurumların hepsinin ortak amacı her türlü toplumsal muhalefeti, farklılıkların tekleşmeden birlikte ikrarlı yaşamını ortadan kaldırmak “vatanseverliğin” iman esaslarından sayılmıştır.
Cumhuriyet modernitesini kuran siyasal elitler imparatorluğun tedrisatından geçmiş, Osmanlı subayları ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadroları olarak yetiştiler. Yani Cumhuriyeti ilan eden siyasal, askeri elit Osmanlı’yı kurtaramayınca Cumhuriyeti kurdular. Osmanlı demek, ağır vergi, yıllarca askerlik, baskı, zulüm, angarya demektir. Osmanlı’dan kalan bakiye üzerinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyeti kuran kadro ve kurumlar söylem boyutunda yeni bir devlet kurulmuş algısı oluşturdular. Elitler merkezden oluşturdukları yapısal ve fonksiyonel projeleri “emir komuta” zinciri içerisinde “devrim kanunları” olarak halka kabul ettirdiler. Osmanlı’daki kurumların ismi değişti ve kadrolar, kurumlar modernist şartlara, “Ulusal – devlet” anlayışına göre kendilerini konumlandırdılar.
Osmanlı imparatorluğunda hakim kimlik; İslam, Cumhuriyet’te ise “Türk Müslümanlığı” anlayışı idi. Osmanlı’da ki Şeyhül İslamlık kurumu, Cumhuriyet’te Diyanet İşleri Başkanlığı’na dönüştü. Altı yüzyıl Osmanlı zulmünü gören “millet-i mahküme” için Cumhuriyet; demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük, kendi kendini yönetme, söz karar sahibi olma, yaşayamadığı kimliğini yaşama anlamına geliyordu. Bütün ideolojik ve zor aygıtları bu algıyı yerleştirmek için seferberlik halindeydi. Halk, okuma yazma bilmediği için “geri kalmış, cahil, gerici, çağdaş değerlerden uzak” şeklinde tanımlanırdı. Bu durumdaki toplum “çağdaş, uygar, ilerici, modern” hale getirilmeliydi! Çağdaş uygarlık diye tanımlanan iktidara, tekçiliğe dayalı uygarlık “ötekiler” için toplum kırım anlamına geliyordu. Topluma yaşatılan gerçeklik tek millet, tek dil, tek mezhep, tek din, tek kültür resmi ideoloji haline gelmişti.
Cumhuriyetin tekçilik üzerine kurulu, demokratik olmayan “ulus – devlet” anlayışıyla başlayan bütün toplumsal yaşamı bu eksende yapılandıran düşüncedeki ısrar, bu coğrafyadaki farklı etnik kimlikleri, kültürleri, inançları, dilleri, kimlikleri, renkleri toplum kırıma tabi tutmuştur. Bu tekçi anlayış bugüne kadar farklı araçlarla, yöntemlerle aynı amaçla hizmet etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam, bu dine bağlı farklı halklar bakımından ortak bir kimlik, onları bir arada tutan bir yapıştırıcı iken, “Türk Müslüman” anlayışı bu görevi göremiyordu, sorun buradaydı.
Demokratik teamüllere uymayan, tekçilik üzerine kurulu olan resmi ideolojiyi kabul etmeyen kesimler hakikat ve özgürlük arayışında ısrar ettiler. Farklılıkların ikrarlı birliğini ilke edinen etnik, dinsel, mezhepsel, kimliksel farklılıklar vardı. Etnik olarak ağırlıklı Kürtler, Ermeniler. inanç bakımından; Aleviler, Êzidîler, Süryaniler, Bektaşiler. Tekçilik anlayışı o kadar ileri gitti ki insanların bıyığı, sakalı, elbisesine kadar indi; bu durum “kılık kıyafet” yasası olarak “devrim yasaları” kapsamına alındı.
Cumhuriyetin “ulus – devlet” modeli; çağdaş, uygar bir ulus yaratma gayesinde bir siyasal programla sosyal ve siyasal alanda homojen bir cemaat yaratmak adına çalıştı. Toplumsal bir devrim asla programlanmadı. Din ile olan ilişki sürekli pragmatik bir ilişkiydi. Din milliyetçilik, milliyetçilik de din haline getirilerek yeni sistemin hizmetine sunuldu. Din, ötekilerin “kontrol ve denetim” altına alınması için en güçlü ideolojik aygıt olarak elde tutuldu. Arzulanan “ulus – devlet” anlayışı kamusal alanda karşılık bulamayınca, din ile pragmatik ilişki kurularak arzulanan nüfusa ulaşılmaya çalışılmıştır. 3 Mart 1923’te hilafet kaldırılır, aradan 24 saat geçmeden 4 Mart 1924’te Şeyhülislamlık yerine “Din İşleri Başkanlığı’nın” kurulması bu yaklaşımın somut bir örneğini oluşturur. Cumhuriyet din ile devlet işlerini birbirinden ayırmaktan ziyade, dinin devletleştirilmesi politikalarını merkez almıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet modernitesi için din, tekçi anlayışın inşasında istenmeyen ama bir türlü de vazgeçilmeyen gizli bir damarıdır.
Yüzyıllık ulus devlet portresi kendisini “Müslüman, Türk, Hanefi, Sünni” anlayışı üzerine inşa etmiştir. Bu zihniyeti devletin resmi ideolojisi olarak kamusal alanın hizmetine sunmuştur. Bu zihniyetin dışında kalan kesimlere varlık alanı tanımamıştır. Ulusun Türkleştirilmesi için başta Hak – Yol Alevi sürekleri olmak üzere “makbul olmayan” kesimlerin hepsi baskı altına alınmış, katliamlara uğramıştır. Cumhuriyetin demokrasi ile bütünleşmesini isteyen, bu uğurda mücadele eden kesimlerin demokrasi talepleri “iç düşman, çıban başı, din düşmanı, şaki, bölücü, kafir” olarak suçlanmış ve katliama uğramıştır. Rıza toplumu süreklerine ait geleneksel hafıza, tarihsel ve kültürel değerleri ortadan kaldırılmış, toplum adeta çarmıha gerilmiştir
1924 yılından sonra ulus – devlet portresinin yaratılmasında inanç bakımından en fazla etkilenen kesim Alevi sürekleri olmuştur. Alevi süreklerinin yüzyıllık Cumhuriyet modernitesinin resmi ideolojisinin “çağdaş, uygar, laik, modern, ilerici” kodlarının kendileri için ne anlama geldiğini sorgulamaları gerekiyor. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratik Cumhuriyet ideolojisi ile eşit ve özgür yurttaş temelinde, farklılıklarla ikrarlı birlik içinde yaşamak için, demokratik istemlerinin gerçekleşmesi mücadelesi bu sorgulamaya bağlıdır.
Alevi süreklerinin tarihsel hafızası, yaşanmışlıkları, komün kültürü, kültürel direniş damarı, farklılıkları Hakkın varlığının delîli olarak görme kemaletleri cumhuriyetin demokratikleştirilmesine büyük katkılar sunacaktır. Bunun olması için de resmi ideolojinin kendilerine empoze ettikleri ile hesaplaşmaları gerekiyor. Alevi süreklerinin yüz yıllık ulus -devlet portresi ile Dar – Didar olmaları cumhuriyetin ikinci yüzyılında red ve kabul ölçülerini de netleştirecektir. Kısacası Alevi süreklerinin önümüzdeki yüzyılda demokratik cumhuriyetin öznesi olmalarının yolu resmi ideolojinin düalizminden, “iyi – kötü, ilerici – gerici” anlayışından kurtulmaları gerekiyor. Yoksa sistem demokrasi adına, her dönem Alevi toplumunu peşinde sürükleyeceği “Alevisiz Alevileri, aslını inkar edenleri, resmi muhalefeti aşamayanları” görünür kılmaktan vazgeçmeyecektir.
Kendileri ile Dar – Didar olanlara aşk olsun.