24 Temmuz günü Lozan Anlaşması’nın yüzüncü yıldönümüydü. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ulusal bayram ilan edilen ve “Lozan Sulh Bayramı” olarak kutlanan bu gün; “yurtta”, “dış temsilcilik”lerde ve “yavru vatan”da büyük bir coşkuyla kutlanmadı. Bunda elbette “Lozan Sulh Bayramı”nın M. Kemal’in ölümünden sonra resmi bir bayram olmaktan çıkarılması etkili olsa da halihazırda iktidar olan İslamcı kliğin Osmanlı’nın yıkıntıları üzerine cumhuriyeti ilan eden kadrolara yönelik düşmanlığı belirleyicidir.
Bu nedenle şu an iktidara olanlar açısından Lozan’a pek önem atfedilmez. Halkımız açısından Lozan ise Kemalistlerin propaganda ettikleri gibi “cumhuriyetin tapusu” olarak değil, “yüzüncü yılında gizli maddelerinin açıklanacağı” ya da “yer altı madenlerinin çıkartılmasının Lozan’la engellendiği” iddialarıyla anılmaktadır.
Cumhuriyet rejiminin kurucuları açısından Lozan Anlaşması, Türk devletinin bağımsızlığını kazanmasının göstergesi olarak propaganda edilmişse de gerçekte Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinden kendi iktidarlarını kuran kadroların, dönemin emperyal güçleriyle sömürge yapıda değil de yarı sömürge yapıda bir devlet kurma anlaşmasıdır. Emperyalistlerin bu anlaşmaya rıza göstermesinde, savaş yorgunu olmalarının yanında esas olarak Ekim Devrimi tehlikesinin başgöstermesi vardır. Emperyalistler bu tehlikeye karşı bir tampon devlet olarak TC rejimini onaylamışlardır. Ve bu onayın bir sonucu olarak Kürt ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkı gasp edilmiştir.
Bu anlamıyla Lozan Anlaşması; sınır içinde demokratik devrim ihtimaline karşı Türk, Kürt uluslardan ve çeşitli milliyet ve inançlardan halka yönelik faşist devlet şiddetini onaylarken, dışarda ise emperyalist sermayeyle işbirliğini tesis etmiştir. Elbette Lozan’da “yer altı ve yer üstü madenlerinin çıkartılmasının engellenmesi” maddesi olduğu iddiaları koca bir yalandır. Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan itibaren Türk devleti, emperyalistlerle işbirliği içinde Türkiye coğrafyasının yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanmasına aracılık etmiştir. Maden çıkarılmasına dayalı hammadde ihracı bu açıdan önemli bir kalem olmuştur.
Bu açıdan kuruluşundan günümüze yüzyıllık bir tarihsel devamlılıktan söz etmek mümkündür. Cumhuriyet rejimi, yüzyıllık tarihinde geleneksel sınıf tavrına uygun olarak nasıl davranmışsa, ikinci yüzyılına doğru adım atarken, en iyi bildiği şeyi yapmayı sürdürmektedir.
Muğla Akbelen’de maden sahası açmak için ormanı katletmekte, Kürdistan’da ormanları yakmayı behemehal sürdürmektedir. Yüzyıldır bu ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları emperyalist sermayeyle işbirliği içinde yağmalanmaya devam etmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türk devletini yönetenlerin Kemalist ya da İslamcı olması bir şeyi değiştirmemektedir.
Ancak kabul etmek gerekir ki, son dönemde AKP’de temsil edilen hakim sınıf kliği, cumhuriyet rejiminin kuruluşundan günümüze geçen süre içinde, devlet aygıtını kendi klik çıkarları için kullanamamasının acısını çıkarmaktadır. “Hep onlar yedi, biraz biz yiyelim” biçiminde özetlenecek bir açgözlülükle yağmalanacak, rant getirecek her şeye saldırmaktadır. Deyim yerindeyse AKP’de temsil edilen klik, yıllardır devlet iktidarını kendi lehine kullanamamanın acısını çıkarmaktadır. Bu klik “yerlilik ve millilik” adına kendi sermayesini güçlendirecek her adımı atmakta, bir yandan savunma adı altında saldırı silahları geliştirirken, diğer yandan ise yağmalanmadık, ranta açılmadık toprak parçası bırakmamaktadır. “Havasına, suyuna, taşına, toprağına ölürüm” diyenler, maden ruhsatları peşinde koşmakta, derelere HES yapmakta yarışmaktadır.
Buna karşı çıkan herkes ise terörist olarak damgalanmaktadır. İktidarın kendinden olmayan herkesi düşman olarak tanımlaması elbette iktidar gücünü elinde tutanların sınıfsal çıkarlarından bağımsız değildir. Nitekim tam da bu sınıfsal çıkardaki ortaklaşma nedeniyle “devletin muhalefeti” CHP, bu yağma ve talana ses çıkarmamaktadır. Son olarak Akbelen’de olduğu gibi görüntüyü kurtarmak için direniş alanına lütfetmektedirler. Deyim yerindeyse kitleler “muhalefete” zorla muhalefet yaptırmaktadır!
Cumhuriyet rejimi yeni bir yüzyıla girerken, yüzyıldır yaptığını yapmayı sürdürmektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki, AKP kimi noktalarda bir hayli cüretkardır. Bu cüretkarlığı arsızlıkla açıklanabilirse de meselenin daha derin ve bir hakim sınıf tavrı olduğunu görmek gerekir.
İktidar tam da bu gerçeğin farkında olduğu içindir ki ağacını, ormanını korumaya çalışanlara şiddetle saldırmaktadır. Sadece saldırmakla kalmayıp, Suruç anmalarında olduğu gibi faşist bir intikamcılıkla davranmaktadır. En meşru ve faşizmin anayasasına göre bile yasal haklarını kullananları sırf işkence olsun diye gözaltına almakta, keyfi olarak kelepçeyle bekletmekte ve saatler sonra ise mahkemeye bile çıkarmamaktadır. Cumartesi İnsanları’na her hafta yaşatılanlar ise ortadadır.
Unutmamak gerekir ki, yüzyıllık büyük bir tahammül içindeyiz ve her “sabahın bir sahibi” vardır. Gün ola devran döne…