Sloganların garip bir kaderi vardır. Ne kadar zamandır bu işlerin içindeyim bilmiyorum; yüzlerce yürüyüşe katılmışımdır, zaman zaman ‘slogan attırıcılık’ da yapmışlığım vardır. Rahmetli babam bir türlü anlamazdı; yürüyüşleri kenardan izledikten sonra akşam evde “Bu deyyuslar bağırtmasa kimse bağırmıcek” derdi ve ben bunun bir ‘vazife’ olduğunu bir türlü anlatamazdım ona.
Zaman zaman yürüyüş ya da mitinglerdeki topluluklara ‘dışsal’ bir yerden bakmayı de denerim ama ve ‘tutan-tutmayan’ sloganları ayırt etmeye çalışırım; katılım gücünden, seslerin temposundan anlaşılır o kadarı. Bazı sloganlar o kategoriden değildir tamam; geçmişte çok sık atılan, “Mahir Hüseyin Ulaş” sloganı örneğin, yürüyüşün konusundan tamamen bağımsız olarak, bir tür “Biz geldik” işaretidir ve bu anlaşılabilir bir şeydir. Kürtlerin kendi önderlikleriyle ilgili sloganları da bir anlamda öyledir; bir pozisyon belirtme ifadesidir. Ama iş daha somut anlamlara gelince, orada durum farklıdır. Örneğin son süreçlerde herhangi bir eyleme katılmış olan herkes, “Faşizme karşı omuz omuza” gibi çok klasik bir sloganın ‘yıldız’ olduğunu hemen fark eder ve bunun bir anlamı vardır. İnsanlar gerçekten ‘omuz omuza’ olmak istedikleri için böyledir bu. Misal, kadınlar “Dünya yerinden oynar…” diye başladıklarında da güzel ve anlamlı bir hava çıkar ortaya ama gözaltı aracına yaka paça bindirilirken atılan “Susmuyoruz! Korkmuyoruz! İtaat etmiyoruz” sloganı insanın tüylerini diken diken eder, çünkü tam o an, tam o anda olmakta olan şey resmedilmektedir.
“Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı bu anlamda en ilginç örnektir. Brecht’in bir şiirinden kaynaklanan bu slogan, şimdilerde gitgide çok daha fazla insan tarafından, geçmişte hiç olmadığı ölçüde sahipleniliyor. Öyle ki, zaman zaman sosyalist gelenekle hiç ilgisi olmamış muhalif insanlar ve gruplar bile hızla adapte oluyorlar sloganın anlam dünyasına. Bu, bana sorarsanız, sözlerin tam da şimdi yaşadığımız durumdaki sıkışmışlığı ve çözüm yolunu işaret etmesinden kaynaklanıyor. Düzen muhalefetinin tepesindeki kıt fikirliler ne derse desin, artık gitgide daha fazla sayıda insan bu kâbustan çıkışın yolunun bir arada yürümekten geçtiğini hissediyor. Geçtiğimiz günlerde sanatçıların yazdığı o ortak bildiri belki soyutlama gibidir ama toplumsal karşılığı olan bir soyutlamadır. İnsanlar, gerçekten de bugünkü boğucu baskı düzeninin bitmesi için bir araya gelmeyi, birlikte hareket etmeyi istiyorlar. Sürekli söylüyorum, siyasetin tepe noktalarından üflenen ‘törörö’ zehrinin, tabandaki karşılığı artık o kadar güçlü değil; muhalif cenahtaki tek tek insanlar durumu, olanakları ölçüp biçiyor ve somut gerçeği iyi kötü yakalıyorlar; kırılgan bir yapısı olsa da bu önemli bir şey. Bir de olgular arasındaki bağlantılar -iktidar trollerinin büyük katkısıyla- daha fazla deşifre oluyor; baktığınızda gencecik bir kadının katledilmesine alkış tutanlarla kıdem tazminatına göz dikenlerin, bir Kürt kadınına köpekle işkence yapanların totalde aynı cenah olduğu yetersiz de olsa az çok görünüyor. Sonuçta aynı polis bir gün baro başkanlarını, ertesi gün tutuklu analarını itip kakıyor; içindekiler değişse de üniforma aynı kalıyor.
Bu noktada, genel muhalif toplamın gökten inen bir vahiyle genel bir aydınlanma yaşamasını tabii ki beklemiyoruz; buna o kadar gerek de olmayabilir belki. Ama ‘tek başına’ yürünemeyeceğini hisseden kesimlerin, muhalefet meselesine daha bütünlüklü bakması da en azından imkânsız değil. Karanlık zamanlardayız ve karanlık zamanlar kendi süreçlerini, kendi imkânlarını yaratıyor.
Tam bu noktada, Demirtaş’ın önceki günkü röportajında söyledikleri çok önemli: “Bize Kürt milliyetçisi denildiğinde kendimi George Floyd gibi hissediyorum. ABD’deki siyahlar eşitlik istedikleri için ne kadar milliyetçiyse Türkiye’deki Kürtler de o kadar milliyetçidir işte. Ve lütfen kimse, Floyd’un boynuna diziyle basan polisin hizasından bakmasın konuya. Bir defacık olsun eğilip asfalta yatırılmış Floyd’un hizasından ve gözleriyle bakmaya çalışsın. O zaman bizi daha iyi anlayacaklardır.”
Artık herkes için böyle bir zaman geliyor. “Ama onlar da şöyle…” derken, bir an durup, yere uzanarak yanağımızı asfalta yapıştırdıktan sonra meseleye biraz da o açıdan bakma zamanı…
Bunun imkânları da var artık; çünkü adamlar zaten her tuttuğunu asfalta yapıştırıyor ve hakikaten -kendi tecrübemle biliyorum- öyle bir durumda ‘nefes alamıyor’ insan. Yine de, nefes alamazken bile, bunun sana yapılmasının yanlış, başkalarına yapılmasının doğru olduğunu düşünmeye devam ediyorsan, o zaman ‘hep beraber’ şıkkını değil, ‘hiçbirimiz’ şıkkını işaretliyorsun demektir ve asfaltın yakıcı sıcağından şikâyet etme hakkın da kalmaz.
Bence doğru şık o değil ama; Brecht’in dediği daha akla yatkın sanki.