Slavoj Žižek*
Kazadan sonra Çernobil bölgesinde yaşam üzerine bir belgeselde, tahliye emirlerine karşı çıkan ve devlet yetkilileri tarafından unutulmuş sıradan bir çiftçi ailesi, kulübelerinde yaşamlarını basitçe sürdürürken gösterilir. Onlar gizemli nükleer ışınlara inanmaz – doğa oradadır ve yaşam onlar için basitçe sürüp gitmektedir. Onlar şanslıdır, “radyasyonun ciddi biçimde onları etkilemediğini” söylemektedirler.
Bu duruş, Neo’ya mavi ya da kırmızı hapı alma seçeneği verildiği, Matrix filminin ünlü sahnesini hatırlatmıyor mu? Mavi hap onun ortak gerçekliğimizde yaşamaya devam etmesine izin verecekken kırmızı hap onu nesnelerin hakiki doğasına uyandıracaktır: Gerçekliğimiz, devasa bir yapay zeka tarafından manipüle edilen kolektif bir sanal rüyadır ve bedenlerimiz yapay zeka makinesine fiilen enerji sağlayan pil insanlar olarak kullanılmaktadır.
Çernobil çiftçileri mavi hapı seçti ve paçayı sıyırdı… yoksa sıyıramadı mı? Çiftçilerin bakışaçısından, mavi hapı yutan ve radyoaktif ışınlar hakkındaki büyük yalana inanan çevrelerindeki dünyadır. Çiftçiler panik tarafından baştan çıkarılmayı reddetti ve gündelik gerçeklerine sıkı bir biçimde kök salmış olarak kaldı.
Kırmızı hapı seçme ve toplumun büyük yalanını reddetme metaforunun, hâkim bir biçimde yeni popülist sağ tarafından, özellikle Covid-19 pandemisiyle ilişkili olarak nasıl kullanıldığını fark etmemek olanaklı mı? Yakın geçmişte Elon Musk, hâkim tepkiyi “panik” ve “aptalca” olarak adlandırarak, bu saflara katıldı. Twitter takipçilerini “kırmızı pili almaya” teşvik etti ve yorumu, şimdiden hapı aldığını ilan eden Ivanka Trump tarafından hızla kucaklandı.
Normalliğe geri dönmeyi savunan Musk’ın aynı zamanda “neuralink” projesinin – zihinlerimizin dil gereksinimimizi aşarak doğrudan iletişimde bulunduğu, kolektif bir beyne hep beraber daldırıldığımız – reklamını yapmasındaki ironi fark edilmelidir. Bu vizyon, insanların kozalarda yalıtıldığı, ortak bir sanal uzamda hep beraber süzüldüğü, Matrix’teki mavi hapı almanın nihai versiyonu değil midir?
Paradoksal bir biçimde bu konuda popülist yeni sağa, Covid-19 paniğinde, topluma topyekûn denetimi dayatmayı amaçlayan devletin bir komplosunu gören bazı radikal solcular da katıldı. Buna bir örnek, Giorgio Agamben. Kendisi, “telematiğin yeni diktatörlüğüne boyun eğen ve derslerini sadece çevrimiçi sürdüren akademisyenlerin, 1931’de faşist rejime bağlılık yemini eden üniversite hocalarının mükemmel dengi” olduğunu ileri sürdü.
ABD’de süregiden karantina polemiği bir kültür savaşına dönüşüyor: Bazı dükkanlar “maskeyle giriş yasaktır!” yazıları asıyor camekanlarına. Trump tüm kiliselerin, sinagogların ve camilerin açılmasını emretti.
Amacım viral epidemilerin gerçekliğini kabul etmeyenlere karşı ucuz goller atmak değil, onları bu kabul etmeyişe neyin ittiğini açığa çıkarmak. Koronavirüs pandemisi etkilerini katlayarak arttıran üç (hatta dört) fırtınanın bileşimi haline gelen mükemmel bir fırtınaya dönüşme tehdidi içeriyor. İlk iki fırtına – sağlık felaketi, iktisadî kriz – yaygın bir biçimde tartışılırken, diğer ikisi – uluslararası krizler ve savaşlar, ruh sağlığına maliyeti – çok daha az işlendi. Pandeminin her şeyi değiştiren bir şok olduğunu, hiçbir şeyin aynı olmadığını sık sık okuduk. Doğru. Ama aynı zamanda hiçbir şey de değişmedi.
Pandemi sadece, zaten orada olanı daha net bir biçimde ortaya koydu.
Liberteryenler telefon sinyallerinin yerimizin belirlenmesi, enfekte bireylerin izinin sürülmesi ve hastalığın yayılmasını önlemek için kullanımını eleştiriyor oysa devlet aygıtları yıllardır zaten tüm dijital haberleşmemizi ve telefon aramalarımızı kaydetmektedir. En azından şimdi bu beceriyi – tek bir veriyi (nerede olduğumuzu) öğrenmek için – kamusal olarak, açık bir biçimde ve bizim yararımıza kullanmaktadırlar. Bundan çok daha tehlikeli olanı, koronavirüs salgınından önce büyümeye başlayan Çin ve ABD arasındaki gerilimin yeni dönemecidir. Çin, Hong Kong üzerindeki denetimini sıkılaştırmak için girişimlerde bulunmaktadır. Pekin’in, yarı özerk kentteki can sıkan protestoları hedef almasına izin veren yeni bir güvenlik yasası tartışılmaktadır.
Bu önlem, Pekin 1997’de Hong Kong’u devraldığından bu yana en saldırgan olanı ve medyamızda çok daha az haberleştirilen bir başka gerçekle birlikte okunmalıdır: Xi Jinping 2013’te iktidara geldiğinden bu yana, Devlet Konseyi’nin Tayvan şubesinin yıllık raporu “1992 Oydaşması”, “Bir Ülke İki Sistem”, “barış” ya da “barışçıl birlik”e herhangi bir atıf içermiyor.
Bu, Pekin’in Tayvan’la barışçıl birlik fikrinden vazgeçtiği anlamına gelen, geçmişten önemli bir kopuştur. Çin Hong Kong’da başarılı olursa Tayvan’ın ele geçirilmesi sonraki adım olabilir – ardından da tam teşekküllü bir Pasifik Savaşı. Tamam, Tayvan ve Hong Kong, Çin’in parçaları, ama içinde bulunduğumuz moment, askeri tehditler savurmak için uygun mu?
Ve bu iş başka yerlerde de bu yönde ilerliyor: İsrail Batı Şeria’nın bazı kısımlarını ilhak etmeyi planlıyor; ABD nükleer silah testlerini yeniden başlatmayı düşünüyor; diğer birçok devlet koronavirüsü her zamanki saldırgan siyasetlerini daha acımasız biçimde sürdürmek için kullanıyor. Kimsenin ussal olanı yapmaya ve kamu sağlığı krizi zamanında bir ateşkese uymaya hazırmış görünmediği delirmiş bir dünyada yaşıyoruz.
Delilik bizi daha az uğursuz olmayan dördüncü fırtınaya, kolektif deliliğin kendisine, ruh sağlığımızın tehdit edici çöküşüne götürüyor.
İşaretler şimdiden katlanarak çoğalıyor. Kuzey İtalya’da yetişkin erkeklerin yüzde 80’i zihinsel olarak etkilendi; İspanya’da metropolitan alanlardaki çocukların yarısı kabus görüyor; ABD’de on binlerce intihar bekleniyor.
Bu eğilim gündelik yaşamın temelleri ortadan kalkarken bizi şaşırtmamalıdır. The Moon under Water [Suyun Altındaki Ay] başlıklı denemesinde, yazar George Orwell ideal birahanesindeki atmosferi betimler. Orwell’a göre birahaneler, işçi sınıfının sosyalleşmesinin önemli bir unsuruydu; ortak değerlerin savunulduğu yerlerdi – ve şimdi koronavirüsten sonra bildiğimiz haliyle birahane hayatının geri döneceği şüpheli. Gündelik geleneklerin çöküşünü görmenin yıkıcı etkisi hiçbir zaman küçümsenmemelidir.
Yüzleştiğimiz sınama karantina ya da yalıtım değil, toplumlar yeniden hareket etmeye başladığında ne olacağıdır.
Covid-19 pandemisinin küresel kapitalist düzen üzerindeki etkisini Tarantino’nun Kill Bill 2’sinin final sahnesindeki “beş nokta avuç içi kalp patlatma tekniği” ile daha önce karşılaştırmıştım. Hareket, hedef bedenin beş farklı basınç noktasına parmak uçlarıyla yapılan beş vuruşun bir bileşimini içerir. Hedef hareket etmediği sürece yaşamaya ve konuşmaya devam eder; ama ayağa kalkıp beş adım attıktan sonra kalbi patlar. Bu Covid-19’un küresel kapitalizmi etkileme biçimi değil midir? Karantina ve yalıtımı sürdürmek görece kolaydır; bunun mola vermek gibi geçici bir önlem olduğunun farkındayız; ama yaşamın yeni bir biçimini icat etmek zorunda kaldığımızda sorunlar patlar çünkü eskiye geri dönüş yoktur.
Hakiki kırmızı hapı almak bu fırtınaların tehdidiyle yüzleşme gücünü toplamak anlamına geliyor. Bunu yapabiliriz çünkü bunlar önemli ölçüde bize ve bu zor zamanlarda nasıl eyleme geçeceğimize ve tepki göstereceğimize bağlı.
Eski normale geri dönüş hayal etmeyelim ama aynı zamanda kolektif ruhsal varoluşun insan sonrası yeni bir dönemi hakkında Matrix-vari rüyaları da terk edelim.
Süregiden pandemi, bedenlerimizden kök aldığımızın farkına varmamızı sağladı, mücadeleye de bu noktadan girişmeliyiz.
*dunyadanceviri.wordpress.com’dan alınan bu yazı S. Erdem Türközü tarafından çevrildi.