Azad Barış
Bizden çok önceleri meydana gelen hazin ve acı olayları hangi isimle adlandırırsak adlandıralım büyük bir felaketin izleri olarak peşimizden geleceğini biliyoruz. Biz bakmasak da görmek istemesek de bir sonraki kuşak bunu mutlaka tekrar keşfedecek ve üzerine konuşacaktır. O nedenle yitip gidenlerin, ziyana uğrayanların tümü adına vicdan kapısını açıp olup bitenlere öyle bakmak ve konuşmak gerekir. Unutulmamalıdır ki konuşmak; iyileştirici ve terbiye edicidir, felaket olan ise susmaktır. Belki de sürekli felaketlerin gazabına uğramamızın sebebi de budur ve o felaketleri susarak yatıştırmamızın mümkün olmadığını da biliyoruz. O büyük felakete; insanlık suçu, soykırım, Meds Yeghern veya başka bir şey dememizin temel nedeni ve hatta esas sebebi o günden bugüne ısrarla sürdürülen inkâr ve ret politikaları ve üzerinde inşa edilen ebedi suskunluktur. Bu suskunluğu bozmadan, üzerine konuşmadan olup bitenlerle asla yüzleşemeyiz, çünkü yüzleşmenin öncül şartlarından biri de konuşmak ve konuşanlara kulak vermektir.
Buna hazır olmayan hiç kimsenin tarihle olumlu bir ilişki kurma gücü olmayacaktır. Bunun en sarsıcı örneğiyse yüz yılı aşkın bir süredir konuşmama halini takip eden inkâr ve ret nedeniyle kangrenleşen bu toplumsal yaranın her anma gününde yeniden kanamasıdır. Konuşmaya ve telafi etmeye hazır olmadığınız için başkaları konuşuyor ve konuşacaktır çünkü felaket sadece içinde olanlar için bir musibet değildir, onu gören herkes için de dehşeti çağrıştırır ve tekrarlanmaması için ders çıkarılır. Dolayısıyla büyük felaketle böyle bir bağ kurmanın vicdanlar için de önemli bir yeni ışık penceresi olacaktır. Osmanlı ardılı olarak kendini tanımlayan Türkiye bu bağlamda da önemli ölçüde bir sorumluluğa sahiptir. Hem yüzleşme hem de iyileşme sürecinde üzerine düşeni er veya geç yapmak zorunda kalacaktır. Yani yüzleşme aynasına mutlaka bakmak zorundadır.
O bunu yaparken yüzleşme savunucuları olarak bizler de başka türlü bir yüzleşme ve sorumluluk üstlenmek zorundayız. Bu coğrafyanın tanıklık ettiği o büyük acıların ahını unutmamaya yeminli, yüzleşme için birer hak ve hakikat arayışçısına dönüşmüş az sayıdaki insanın varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. İstisnai bir kesimin dışında, aydınından yazarına, siyasetçisinden sanatçısına, işçisinden köylüsüne, sağcısından solcusuna kadar mekruh bir kakofoniyle yüz yıl önce meydana gelmiş bir insanlık dramı için vicdan adına hakikati savunmanın büyük ve keskin dalgalara karşı kulaç atmak gibi bir şey olduğunu ait olduğum kavmimin yaşadıklarından biliyorum. Ne yazık ki çok ama çok yakından biliyorum. Türklüğün mistifikasyonu ve aşkın egemenliği adına yeni yıkımlara dair söz kuranlar bugün bile hala o ibretlik felaketten bahsedip duruyorlar.
O gün olduğu gibi bugün de kendi ulus inşalarını başkalarının yitimi üzerine bina etmeye çalışıyorlar. Yani fikir, düşünce ve planlama hep aynı ırkçı saikler üzerinden hazırlanıyor ama oluş ve yayılma şekli Büyük Felakette olduğu gibi sonradan değişik motiflerle bütünleşiyor. Dolayısıyla bugün üzerinde konuştuğumuz soykırım dini saiklerle ortaya çıkmış bir mesele değildir Talat’ın Enver ve Cemal ile birlikte kurduğu Üç Paşalar iktidarının Türklük mitinin birebir tezahürüdür. Kökensel varlığı süreğen soykırımlarla tehdit edilen bir kavmin çocuğu olarak bize (Êzidî) yönelik katliamların birçoğunun din tandanslı olduğunu biliyorum ama büyük felaket için bunu söylemek mümkün değildir, çünkü “dinsel motiflerden ziyade “Türk etnik kimliğinin” belirgin izleri bulunmaktadır. O nedenle bununla baş etmenin ve hatta yüzleşmenin yegâne yolu ancak bu hakikatin kabulü ile mümkündür. Cumhuriyet öncesi yaşanmış olan bu meseleyi inkâr etmek etnik bir kimliğin duldasına sığınmak demektir ve hem çağın hem de kadim coğrafyanın ruhuna uymamaktadır.
Gelecekle kapsayıcı ve aşkın bir ilişki kurmak için, bir dönemin ruhunu zedeleyen bu tür olaylara alçakgönüllü ve tevazu ile yaklaşmak zorundayız. Tarihle yüzleşmenin aynası haline gelen Willy Brandt‘ın o erdemli tavrını hatırlamakta yarar vardır. Nasyonal Sosyalizmin yol açtığı felaketlerin karşısında Auschwitz toplama kampının anıtı önünde diz çöken Brandt, Alman tarihini, kültürünü ve halkını tekrar yüceltmiştir. Evrensel değerler merkezinde hem bir hakikat arayışçısı, hem de bir yüzleşme abidesi olmuştur. Buranın Almanya olmadığının farkındayım ama yine de ülkenin sosyolojik gerçekliği göz önünde bulundurarak, bütün kayıpların anıları adına onur onarıcı ve kapsayıcı açıklamalar ve beyanlar yapmak bu kadar zor olmayabilirdi, yerine tercih edilen retçi ve ırkçı tutumlar ise her zamanki gibi nefesimizi kesti yine yeniden.