Jean Genet, Tek Başına / Şatila’da Dört Saat isimli kitabında Filistinlilerin Şatilla Mülteci Kampı’ndaki suretini ve arkasındaki acıları “Vahşetleri kendilerinden önce gelmişti…” gibi çarpıcı bir cümleyle özetler.
“Yaşlı kadınlar, yuvamız dedikleri yerin kararmış üç taştan ibaret olduğunu söyleyip gülüyorlardı” der, o kadınların “neşesini”, yaşanan acılar ve zulüm karşısında umutlarını yitirmişlerin tepkisi olarak tanımlar.
Dersim’de sığındıkları mağaralardan çıkarılan kadınlar ve çocukların yaşadığı vahşet de sürgün gönderilecekleri topraklara onlardan önce ulaşmıştı. Filistinli kadınlar yitirdikleri umutlarıyla kendilerini “neşeye” vururken; Dersimli kadınlar bilmedikleri topraklarda, kendilerine “kuyruklu” diyen bir toplumun içinde sonsuz bir gerilime bırakmış olmalılar.
İkisi de farklı yollar ve dinamiklerle aynı kaderde buluşan bu iki halk, bugün de aynı kaderi paylaşmaya devam ediyor. İkisi de onlarca yıldır sömürgeciliği, ilhakı, işgali, sürgünü yaşıyor, onlarca yıldır kendi kaderlerini tayin etmek için bedeller ödüyor, her kazanımları başka bir zulmün vesilesi oluyor…
Tıpkı şimdi Filistin’de yaşananlarla Rojava’ya yönelik saldırılarda olduğu gibi.
Filistin denilince akla fetih, sömürgecilik, sürgün, askeri işgaller, onu izleyen kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi ve büyük bedeller pahasına fiilen büyük kazanımlar da elde ettikleri bu mücadelenin sonradan nerelere evrildiği gelir.
O mücadelenin kazanımları, dünyadaki büyük altüst oluşlar ve bunların öncü güçlerinde yarattığı siyasal-ideolojik kırılmalarla birleşik olarak gaspedildi.
Acıların tarifsiz olanlarını yaşamış bu halk, bölgede güçlü bir demokratik-ilerici halk hareketiyle desteklenemediği gibi diğer Arap devletlerinin de büyük zalimlikleri ve ihanetleri yüzünden kıyımlardan geçirildi.
Son olarak Gazze, karadan, denizden, havadan kuşatılan, duvarları giderek daraltılan bir hapishaneye dönüştürüldü. İşgal altındaki Batı Şeria da sayıları giderek artan “yerleşimcilerce” daraltıldıkça daraltıldı. Kudüs’teki Filistinlilere yönelik baskılar şiddetlendi. Batı Şeria’dan oraya geçişler yasaklandı.
Filistin halkının demokratik bir ulus bilinci oluşturmasında büyük payı olan öncü güçleri, ilerici niteliklerini yitirdikçe ya da bu niteliklere sahip olanlar eski güçlerini kaybettikçe siyasi tablo da değişti. Bir zamanlar laik-demokratik muhtevada anlam kazanan Filistin davası Hamas ve İslami Cihad gibi aktörlerle anılır oldu. O aktörler, onlarca yıllık Filistin davasının değişmeyen muhtevası olan kendi kaderini tayin hakkına İslamcı tonlar ekledi. Ama davanın özü, özgürlük özlemi değişmedi. Bugün o özlem çeşitli örgütlerde cisimleşerek devam ediyor.
Bölgedeki Arap gericilikleri ABD-İsrail ekseninde toplaştıkça, Filistin halkı kendi içinde bölündükçe, öncü güçleri tarihsel olarak emperyalist stratejilere uygun olarak konumlandıkça Filistin halkı adeta kuşatılmış bir çöplüğe hapsedildi.
Ama orada çürümeyeceğini son hamlesiyle gösterdi. Hemen tüm Filistinli örgütlerin desteğini alan bu hamle, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin “dokunulmazlık” ve “yenilmezlik” zırhı giydirdikleri İsrail’i de arkasındaki güçleri de allak bulak etti. Havadan, karadan, denizden yapılan ve adına Aksa Tufanı denilen hamlenin sonuçlarının nerelere evrilebileceğini kestirmek güç değil. Ama yılların birikmiş öfkesinin, o pırıltılı vitrinleri paramparça edecek bir çığlık olarak dile gelmesi bile unutulmaz bir tarihsel gelişmedir.
Tıpkı IŞİD barbarlığının Kobanê’de aldığı yenilgi gibi.
Arkasına bölge gericilikleri ve emperyalist güçlerin desteğini alarak Rojava’ya özelde de Kobanê’ye yönelen IŞİD’in toplarına, ağır savaş silahlarına, deyim yerindeyse tüfeklerle yanıt verilmişti. Ev ev, mevzi mevzi dövüşülerek bu barbarlık düzeninin karanlık bir sureti olan IŞİD’li çetelerin şiddetin en dipsiziyle oluşturduğu yenilmezlik zırhı güçlü bir şekilde delinmişti. Zaten ondan sonra da belini doğrultamadı.
Şimdi Filistin de Rojava ya da diğer Kürt bölgeleri de Gazze gibi ateş toplarına boğuluyor. Her ikisinde de ot bitmesin, hayat son bulsun, tüm toplumsal ilişkiler çözülsün isteniyor. İşgalcilerin ortak muradı kadar yöntemleri de kentlerin tepesine yağan ateş toplarıyla kesişiyor.
Birinin yanı başındakiler olup biteni seyrediyor, dahası sofralarına ekmek koyamazken şovenizmin çıldırtıcı zehriyle sarhoş edilmek isteniyor. Diğerini seyreden dünya ille de emperyalistler ve bağlaşıkları bu hamle karşısında yaşadıkları şoku, bu gözü kara hamlenin temelinde yatan öfkenin aşırılıklarını öne çıkararak Siyonist pervasızlığa vurulan tokadın siyasal ve tarihsel anlamını gözden düşürmeye çalışıyor.
Evet, öncülerin niteliği şiddetin hedefini de biçim ve düzeyini de belirliyor. IŞİD’e karşı savaşanların dünya görüşleri, doğası kirli olan savaşın kendilerini de kirletmesine, düşmanına dönüştürmesine izin vermedi. İsrail’i şoka uğratan öfkenin bendini açanların dünya görüşü, savaşın ölçüsüz doğasının yer yer kirli biçimlerde dile gelmesine neden oldu/oluyor. Fakat ikisi de asırlık özlemlerden, acılardan beslenmeleriyle aynı yerde buluşuyor ve dünya halklarınca kucaklanmayı bekliyor.
Akıl vermeyin, yargılamayın, destekleyin diyor.