Bir esinti, ani bir dalgalanma, kendine getiren serin bir çarpma. Yazın cehennem sıcağında hayat verir, yalayıp geçtiği her şeyi göksel hazlarla tanıştırır. Dokunuşu, sıkıntılı bir gecede karanlık rüyaların sonunu haber veren sabahın gelişi, hiç geçmez sanılan acıları beklenmedik bir anda gelip dindiren o çokça istenmiş merhametin tüyden hafif elleri gibi. İyi eder rüzgâr, her yerde kendine getirir, canlandırır. Ama burada ani bir esinti, hayatlar söndüreceğinin işareti, bir zamanların veba ve ölüm habercisi gibi. Rüzgâr, korkunun büyüyen gözleri burada; doymak bilmez açlığın genişleyen ağzı, serin bir uykunun güzelliğini düşlemeksizin yayılan, çıldırmış alev nehirlerinin coşkulu ilerleyişinin bildirisi.
Eylül ortası ve yaz bitmedi. Baharları yok buraların, yazın ve kışın aralarında bölüştüğü ve ilhak ettiği mevsimler ölüsü onlar. İşte eylülü yarıladık, bir damla bile düşmedi. Eskiden, belki birkaç gün öncesine kadar sarı otlar bürümüş uzak tepelerde, şimdi kömürleşmiş toprak yığınları. Kaçıncı yanılgı bu? Sabahın ilk saatlerinde yağmur yüklü gibi görünüp neşelendiren bulutlar, ortalık iyice aydınlanınca rahat adımlarla gelip üzerinize çöken, gösterişli bir felaketin ihtişamına leke sürmez ağırbaşlılığı. Birkaç dakika süren ani ve şiddetli bir rüzgar, işte her zaman olduğu gibi beyninizi ve yüreğinizi yine korkuyla havalandırmaya, “Kıyamet bu kez hangi yönden” diye sizi bir pencereden ötekine çarpmaya yetiyor. Bir başka iklimde, farklı bir zaman aralığında, dünyanın başka herhangi bir yerinde o birkaç dakikalık rüzgâr, bunaltıcı sıcaklarla kapanmış duyularınızı açardı; ama burada tüm gözeneklerinizi ateş, kül ve dumanla doldurur, ya da onun tedirginliğiyle.
Örtü diye kibrit gibi tutuşmaya hazır sarı otların, ağaç diye birkaç meşenin ve süs diye şuraya buraya gelişigüzel serpiştirilmiş kapari çalılıklarının bulunduğu sırtlar, yakılmış bir insanın gövdesinden arta kalanlar gibi. Eğri büğrü ve simsiyah. Bir şeylerin ayakta olduğu yerlerdeyse yangın sürüyor. Çok değil, birkaç yıl öncesine kadar içinde yaz-kış suyun aktığı dere yataklarından yakıcı buharlar yükseliyor. Derelerin artık sudan değil, ateşten oluştuğu yerler var şimdi. Sabahın ilk aydınlığında önce umutlandıran, sonra bu umuttan utandıran kirli kefen griliği şu bulutlar oradan gelme belki de. Güneş yükseldikçe havada safran rengini alan bulutlardan yağmur yerine ateş, toz ve kül yağacak gibi önce seyrelip hafif açılıyor, sonra her zamanki o belirsiz tehditkar kılığa geri bürünüyor.
Kömür siyahı yeryüzü, safran serpintili bir ateş ve toz bulutu gökyüzü. Kızarmış kil rengi bir rüzgar vurup geçiyor. Kimseler umursamıyor, herkes kendi bahçesini ve kendi tarlasını ve kendi bağını ve kendi çayırını ve kendi ovasını ve de kendi dağını ateşe vermekle sanki ölümü değil de yaşamı getirmiş gibi rahat ve huzur dolu bir sükunet içinde. Sadece kızışmış ıslığıyla tenine çarpan rüzgâr bile Azrail’i gören bir inanmış gibi seni korkudan titretirken, gerçek alevlerin hiç kimseden, fazla neşesini dahi alıp götürmemesi ne garip! Öyle miydi gerçekten? Bu rüzgâr, habercisi değil miydi her şeyi yutan alevlerin. İlk Çağ’ın mateminden, Orta Çağ’ın kabullenişinden, Rönesans’ın başkaldırısından beri ölüm getirmez miydi her zaman bu dişsiz ağızlı kızıl dudaklar?
Üşüdü diye tutuşturan ve terledi diye kendi kabuğunu soyan ağaçlar olduğu söylentileri dolaşıyor. Acıktığında ve korkutulduğunda kendi kendini yiyen otlar varmış, başka kuşlar istedi diye kendi yuvasını yıkan kuşlar, kendi suyunu zehirleyen balıklar, yaşadığı toprağı suyla boğan karıncalar! Görülmüş, duyulmuştur hepsi de. Yaptığından hoşnut bir cins lağar canlı suretinde. Celladından önce her çalının dibini yoklayan ve sonra ateşe verip keyifle izleyenlerin yaşadığı bir ülkeden söz edilir sonra. Orada ölüm anını haber veren mahvedici bir ıslık sesidir rüzgar; gökyüzü, ateşler içinde yanan bir insanın sarı ve donuk bakışları. Ve orada alevlerin kokusunu alan bir çalıkuşu yurtsuzluğudur, bakışları bir hiçlikten diğerine kayarken kitlesel bir kaçıştan artakalan son kişi olduğunu hissedenin çaresizliği.