Irak, Suriye, Libya’daki savaş tamtamları yetmedi. Koca koca adamlar devasa savaş oyuncaklarıyla günlerdir Akdeniz’de savaş provası yapıyor. Zirveler, açıklamalar, suçlamalar, karşılıklı dayılanmalar, tehditler, parmak sallamalar, kabadayılıklar… Hepsi baş döndürüyor ama çoğu kof, çoğu boş efelenme. Yine de bu “deli dalaşı” bir felakete dönüşebilir, Akdeniz’de sular gerçekten ısınabilir, ufukta barut kokusu belirebilir.
Elbette gösterilerin çoğu tribünlere, yani içeriye dönük. Ey Trump, ey Macron, ey Esed, ey Putin, ey Yunanistan nutukları “ey Ahmet, ey Mehmet, ey Ayşe beni görün, fark edin, gücümün önünde biat edin” anlamına geliyor ve milliyetçi tabana şirin ve güçlü gözükmeyi amaçlıyor. Bu efelenmelere ihtiyaç duymak, elbette zayıflığın ve gittikçe tükenme istikametine girmenin en bariz göstergesi. Akdeniz’deki bu sidik yarışı üzerinden milliyetçi duygular şahlandırılıyor. Yeni dönemde, kendinden geçmiş ve şehvet içinde “Yunanı denize dökme” müsamereleri ve yarışları yapılıyor. Ülkeyi yöneten siyasetçiler, Türkiye’yi askeri vesayetten kurtaracaktı, lakin şimdi hepsinde birer asker coşkusu belirmiş. Tamamında bir komutan edası, tamamının omuzlarında apoletler var. Mavi Vatan, yeniden Viyana kapılarına dayanma hülyaları, “Osmanlı bakiyesi” topraklara yayılma, cihan devleti olma, dünyanın patronluğuna soyunma istekleri… İktidarın yarattığı “gazeteci ve yorumcu” tipi ise savaş konusunda muktedirlerden daha iştahlı. Ülke yeniden “Vatan, Millet, Sakarya” ruh haline sokuldu, emperyal arzu nostaljisi yine sınır tanımıyor.
Tam da bu ortamda, kendisini savaş meydanında hayal eden ırkçı ve zavallı bir mahlukat, Kürde “Türkün gücünü göstermeye ahdettmiş” bir erkek, 5 kuruş uğruna yollara düşmüş, üreten, çalışan ve kucağında bebeğiyle savunmasız bir Kürt kadınına saldırdı. Kürdü açlığa, kendi topraklarını işleyemez hale, sürgün ve göç durumuna düşüren siyasetçi büyüklerinin yarım bıraktığı işi tamamladı; Kürdün izzetine, onuruna el uzattı. O tokat hepimizin suratında patladı. Dedeleri Sakarya’da can veren Kürtler, Sakarya’da ağzı salyalı azgın ırkçılığın saldırısına uğradı. Yönetenler ile ırkçı güruh bir koro halinde hareket ediyor ve birbirini tamamlıyor.
Kürt kadınına o tokadın atıldığı saatlerde Ankara’da arzı endam eden ve Mexmûr’daki Kürtlere uyguladığı ambargoyla övünen, operasyon ortaklığının karşılığını tahsil etmeye çalışan Nêçîrvan Barzanî’nin ziyareti üzerinden Kürde ve değerlerine; üstelik yine Sakarya’da hakaret edildi. Kadına saldıran o zavallının kaba kuvvetle, kendi çöplüğünde horozlanma ile yapmaya çalıştığını Sakarya’da bir başka siyasetçi büyüğü, Kürdün değerlerine dil uzatarak sürdürdü. Çavuşoğlu’nun, AKP’nin sırf Kürtler arası ilişkileri bozmak için varlığına “tahammül ettiği” Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağına, iktidar ortağı MHP’nin Sakarya İl Başkanı “paçavra” dedi.
Kürt halkına dönük Sakarya merkezli bütün bu saldırılar, 12 yaşında bir çocuğun Sakarya’daki bir tarikat içinde uğradığı cinsel istismar skandalı gündemdeyken yaşandı. Yandaşlar hemen “bu iş bir sapkının işi” diyerek hemen çocuklara yönelik cinsel saldırılara zemin sunan siyasi atmosferi sahiplenmeye başladı pişkince. Üstelik “bu kaçıncı sapkınlık” diyen de çıkmadı henüz. Kürt düşmanlığı her zaman olduğu gibi bir maske işlevi görüyor, kitleleri afyonlama mesaisine dönüştürüldü.
Sakarya’da aynı anda meydana gelen bu saldırıların hiçbiri rastlantı değil, hiç biri bir diğerinden bağımsız gelişmiyor. Bu saldırganlık ve hayasızlığın sahiplerinde ar edecek ne bir ahlak ve ne de bir erdem kırıntısı yok. Çünkü sistem tam da bu saldırganlığın, hodbinliğin, nobranlığın ve hayasızlığın üzerine kurulmuş. Sakarya’da hayata geçirilmeye çalışılan bu saldırgan ruh; şeklen milliyetçi, şeklen mukaddesatçı, ama özünde ırkçı olan rejimin DNA’sıdır. Kürde düşman, kadına düşman, emeğe düşman, çocuğa düşman saldırıların “Vatan, Millet, Sakarya” söylemiyle kamufle edilmeye çalışılması saldırgan zavallıların değil, onlara o yolu gösteren siyasi aklın günahıdır, bu rejimi var eden ve ayakta tutanların eseridir.
Bu saldırgan ve arsız rejim saldırılarla kendisini var etmeye, ırkçılıkla ayakta kalmaya çalışırken en kritik dönemde elinde urgan ipiyle dolaşıyor, idam idam diye ortalığa düşüyor. İdam, çağdaş dünyada kabul gören ortak tanıma göre devlet eliyle gerçekleştirilen cinayettir. İdam siyaseti, ölüm siyasetidir, ölümden beslenmektir. Ölüm siyaseti darbeci siyasettir. Hedefinde topluma karşı işlenen suçlar değil, her alanda düşmanlaştırılan Kürtler, muhalifler, farklı düşünen herkes vardır. 40 yıl önce gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinde uygulanan idam cezalarının tamamı bu ülkenin geleceği için mücadele eden devrimcilere, bu ülkenin pırıl pırıl gençlerine karşı uygulandı. Bugün de aynı zihniyet yönetimde ve idam talebi 40’ıncı yılında Kenan Evren ruhunun Ankara’daki varlığını gösteriyor.
Şahlandırılan bu saldırgan ve nobran anlayış, Kürde karşı kurulan ve ülkeyi bu sahte “Sakarya meydan muharebesi” anlayışı sadece ortak mücadele ile durdurulabilir. Lafazanlıkla, mücadele kurumlarına dil uzatan, mücadelesizliği dayatan, söylemde radikal eylemde pasif yaklaşımların tamamı bu saldırganlığa hizmet ediyor. Doğruyu söylemek de doğruyu eylemek de ancak mücadele ile mümkün olabilir. Onun dışında her şey boş lakırdıdır, anlamsızdır, umut kırıcılığıdır.