Eylül ayı resmi enflasyon verileri açıklandığında enflasyonun artarak sürdüğünü gördük.
TÜİK’e göre, bu yılın Eylül ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) yıllık yüzde 83,45 ve aylık yüzde 3,08; ENAG’a göre ise yıllık yüzde 186,27 ve aylık yüzde 5,30 oldu. Diğer taraftan, İstanbul Ticaret Odası Eylül ayında İstanbul için yıllık enflasyonun yüzde 107,42 ve aylık yüzde 6,06 olduğunu açıkladı. TÜİK’in aynı dönem için üretici fiyat enflasyonu (ÜFE) ise yüzde 151,50 oldu.
Kısaca, TÜİK’in resmi yıllık enflasyon verisi ENAG’ın gayri resmi enflasyon verisinin yarısından daha düşük düzeyde kaldığı gibi, ÜFE-TÜFE arasındaki iki kata yakın fark da sürüyor. Bu farklılıklar hala TÜİK tarafından tatmin edici bir biçimde açıklanabilmiş değil.
Öte yandan, enflasyon öyle bir düzeye erişti ki, artık onunla ilgili tartışmayı “hatalı hesaplama”, “eksik açıklama”, “liyakatsızlık” ve “hayat pahalılığı” gibi kavramlara indirgeyerek tartışmak da yeterli değil.
Nitekim (daha önceki yazılarımızdan da görülebileceği gibi), biz de gelinen nokta itibarıyla, Avrupa’daki iktisatçıların enflasyonu anlatırken ağırlıklı olarak kullandıkları ‘yaşam maliyeti krizi’ kavramını kullanmaya başladık. Çünkü Türkiye’de artık, diğer krizlere ilave olarak, toplumun çok büyük bir kesimi açısından çok ciddi boyutta bir yaşam maliyeti krizi yaşanıyor.
Artık nur topu gibi bir ‘enflasyon vergimiz’ var!
Ağırlaşan yaşam maliyeti krizi yetmezmiş gibi, enflasyonun emekçilere verdiği başka zararlar da söz konusu. Örneğin, vergi sistemimiz ağırlıklı olarak değer üzerinden alınan (ad valorem) vergilere dayandığından, enflasyonun her artışında (artan fiyatlarla birlikte), ödediğimiz KDV ve ÖTV miktarı da artıyor.
Bu da yetmezmiş gibi, yüksek enflasyon karşısında asgari ücret kaçınılmaz olarak yükseltildiğinden, artan nominal ücretlerimiz Temmuz ayından itibaren yüzde 15 değil, yüzde 20 ve 27 oranında vergiye tabi olmaya başladı. Bu da, Gelir Vergisi tarifesinde yeterli endeksleme yapılmadığı, gelir dilimleri yükseltilmediği için, artan ücretlerin bir kısmının vergi ile geri alınmasına neden oluyor.
Bugünkü yazımız ise (daha az bilinen), yüksek enflasyonun neden olduğu daha farklı bir vergilemeyi anlatıyor: Enflasyon Vergisi.
Nasıl ki iktidarlar mevcut dolaylı vergilerle (KDV, ÖTV gibi) ya da dolaysız vergilerle (Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi gibi), ekonomide yaratılan değerin bir kısmına zora dayalı olarak el koyuyor, böylece de halkın ve özel kesimin harcama gücünü ve refahını azaltıyorsa, yüksek enflasyon da benzer bir biçimde cebimizdekilerin bir miktarını alıyor ve onu bizleri yönetenlere aktarıyor.
İlki (vergileme) yasalarla bağlı açık bir transfer, diğeri ise her hangi bir yasası olmayan gizli bir el koyma şeklinde yürüyor. Her ikisinde de olan, ihtiyaçlarını karşılayacak harcamalarını yapamayan emekçi halka oluyor çünkü enflasyon her arttığında bu harcama gücünün giderek artan bir kısmı elinden alınıyor.
Değeri düşen para vergi gibi etki yaratır
Enflasyonun bu özelliğinden ilk kez 1940’lı ve 1950’li yıllarda M. Friedman ve M. J. Bailey adlı, ‘Paranın Miktar Teorisi’ni esas alan Monetarist iktisatçılar söz ettiler ve para arzındaki artışların enflasyona neden olduğunu, bunun da ulusal paranın reel değerini düşürdüğünü, böylece bu parayı ellerinde tutan halk açısından bunun adeta bir vergi gibi etki yarattığını ileri sürerek, bu durumu metaforik olarak ‘enflasyon vergisi’ kavramı ile açıkladılar. (1)
Begg-Fischer ve Dornbusch ise, 1970’li yılların sonlarında, enflasyon vergisinin bir diğer özelliğine dikkat çektiler. Onlara göre, enflasyon devletin nominal borçlarının reel değerini azalttığı için, yüksek enflasyonda devletin reel geliri (dolaylı olarak) artar. Yani iktidarlar borçlarının anapara ve faizlerini yüksek enflasyon yüzünden değeri düşen ulusal para ile geri ödediklerinden, reel olarak bir gelir sağlamış gibi olurlar. (2)
Senyoraj/Enflasyon Vergisi
Aslında enflasyon vergisinin kökleri daha da eskiye, yüzyıllar öncesindeki feodal döneme kadar gidiyor. Bu döneme ilişkin araştırmalar bu terimin, Orta Çağ’da kralların (seigneur/senyör/derebeyi) paraya ihtiyaç duyulduğunda para basarak piyasaya sürmeleri sonucunda halkın elindeki paranın değerinin düşmesini anlatan bir tür devlet geliri yaratma biçimi olan ‘senyoraj’ kavramından türetildiğini gösteriyor.
Kısaca açıklamak gerekirse; krallar / senyörler, ekonomideki para talebini karşılamak için para (madeni) basıp piyasaya sürdüklerinde, para basma yetkisi sadece kendilerine ait olduğundan, kendilerine senyoraj adı altında bir pay ayırırlardı. Bu pay madeni paranın üzerinde yazılı nominal değer ile paranın basım ve dağıtım maliyetinin arasındaki farktan oluşurdu. Daha sonra krallar ne zaman paraya ihtiyaç duysalar (savaşların finansmanı ya da dış borç ödemeleri yüzünden) para basmayı sürdürdüler. (3)
Zamanla banknotun icadı hem kıymetli maden kullanımıyla ilgili nakliye, stok gibi alanlarda tasarrufa yol açtı hem de iktidarların payını artırdı. Para basım maliyeti minimal düzeyde kaldığında ise pay neredeyse nominal değere eşit hale geldi. Bu nedenle de devletler yüz yıllar boyunca senyorajı temel bir gelir kaynağı olarak gördüler ve para basma yetkisini ellerinde tuttular.
Bir başka anlatımla, dönemin köylüsünün, küçük üreticisinin, tüccarının cebindeki madeni paranın değeri, piyasaya sürülen daha fazla para nedeniyle düşerken, muktedir de sadece senyoraj geliri elde etmekle kalmıyor, aynı zamanda halkın harcama gücünü kendine aktararak, azaltıyordu. Bu aynı zamanda feodalite döneminin yaratılan değere el koyma biçimlerinden biriydi.
1970’li yıllarda, Portekiz, Yunanistan ve İspanya’da senyoraj gelirlerinin toplam vergi gelirleri içindeki payının yüzde 10’u bulması, azgelişmiş Latin Amerika ekonomilerinde yüzde 30’un üzerine çıkması (4) ve günümüzdeki yüksek enflasyonun ulusal paranın değerini düşürerek bir enflasyon vergisi etkisi yaratması dikkate alındığında, yaratılan değere böyle bir feodal el koyma biçiminin yüzyılımızda da sürdüğünü söyleyebiliriz.
İzlenmekte olan faiz politikası enflasyon vergisini doğurdu
Türkiye’de 2001 yılında yapılan bir yasal düzenleme ile Merkez Bankası’nın Hazine’ye kısa vadeli avans yolu ile borç para vermesi yasaklandı (dolaylı biçimde bu yasağın da zaman zaman delindiği biliniyor). (5)
Ancak ülkedeki enflasyon vergisi asıl olarak, izlenen faiz politikasının sonucunda artan döviz kuru ve seçim gibi kaygılarla yaratılan para-kredi genişlemesinin sonucunda patlayan enflasyon ve değersizleşen TL aracılığıyla uygulanıyor.
Lenin, bir zamanlar kapitalist sistemi sarsmanın yollarından birinin ulusal para birimini yozlaştırmak, zayıflatmak olduğunu söylemişti. Çünkü ona göre bu yolla, devam eden bir enflasyon sürecinde iktidarlar vatandaşlarının servetinin önemli bir kısmına gizlice, keyfice ve hesap vermeksizin el koyarlar. Bu süreç birçoğunu yoksullaştırırken, bazılarını da zenginleştirir. Enflasyon ilerledikçe ve para biriminin gerçek değeri aydan aya sert biçimde dalgalandıkça, kapitalizmin nihai temelini oluşturan borçlular ve alacaklılar arasındaki tüm kalıcı ilişkiler, neredeyse anlamsız olacak kadar tamamen düzensiz hale gelir ve servet elde etme süreci bir kumar ve piyangoya dönüşür. (6)
Özetle, Türkiye’de enflasyon vergisinin ortaya çıkması için karşılıksız para basmaya gerek yok, ısrarla sürdürülen yanlış bir faiz politikası ve bunun sonucunda TL’nin satın alma gücünü büyük ölçüde yitirmesi bunu fazlasıyla yerine getiriyor.
Ayrıca, seçimler yaklaştıkça daha da artacak olan popülist nitelikteki kamu harcamaları ve daha da büyüyecek olan bütçe açığının para basımı yoluyla karşılanmasının da gündeme geleceğinin ve böylece ikili bir sıkıştırma altında enflasyon vergisinin daha da etkili olacağının altını çizelim.
6 ayda 276 milyar TL’lik bir enflasyon vergisi geliri
Türkiye’de enflasyon vergisinin boyutlarını görebilmek için bu yılın ilk 6 aylık döneminde yaratılan enflasyon vergisinin tutarına bakabiliriz. Gayri safi yurt içi hâsıla (GSYH) bu yılın ilk yarısında cari fiyatlarla 5,9 trilyon TL oldu. Geçen yıl aynı dönemde bu tutar 3 trilyon TL civarındaydı. Dolayısıyla nominal GSYH bu dönemde 2,9 trilyon TL arttı. Ancak bu yılın ilk 6 aylık dönemi için enflasyon (TÜFE) yüzde 42,3 olarak açıklandı. (7) Dolayısıyla GSYH’deki bu artışın yaklaşık 1,2 trilyon TL’si enflasyondan kaynaklanıyor. Ülkedeki ortalama vergi yükünün yüzde 23 civarında olduğu dikkate alındığında, halktan ve özel kesimden 276 milyar TL civarında bir kaynağın metaforik bir enflasyon vergisi aracılığıyla devlete aktarıldığı söylenebilir. Aynı 6 ayda 1 trilyon TL civarında vergi geliri toplandığına göre (8), enflasyon aracılığıyla ekonomiden devlete (dolayısıyla da iktidarın kullanımına) aktarılan kaynağın, vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 28’ine denk düştüğü ileri sürülebilir.
Enflasyon gibi ‘enflasyon vergisi’ de emek karşıtı
Öte yandan, enflasyon ve enflasyon vergisi toplumun tüm kesimlerini aynı şekilde ya da oranda etkilemiyor.
Enflasyon bir yandan potansiyel yatırımcıların tercihlerinin üretken faaliyetlerden spekülatif kazançlara doğru kaymasına, TL cinsinden birikimi olanların yabancı para birimlerine, altın, borsa ya da gayrimenkule yönelmelerine neden olurken, diğer yandan da uzun vadede faiz oranlarının artması, ekonomik büyümenin yavaşlaması, istihdamın ve gelirlerin azalmasıyla sonuçlanarak adeta ağır bir dolaylı vergi gibi yoksulları, emekçileri vuruyor.
Bu nedenle de, yüksek enflasyonun hem doğrudan (yaşam maliyeti artışı gibi) hem de enflasyon vergisi gibi dolaylı etkilerinin en çok hangi sınıf ve kesimleri etkilediği mutlaka araştırılmalı ve buna göre önlemler geliştirilmelidir.
Böylece enflasyonla ilgili olarak bir diğer önemli hususun, onun gelir bölüşümü üzerinde yarattığı etkiler olduğunun vurgulanması gerekir. Çünkü yüksek enflasyon, sabit gelirliler ve ücret gelirleri reel faiz ile korunmayan emekçiler açısından mevcut adaletsiz gelir bölüşümünü daha da adaletsiz bir hale dönüştürüyor.
Alacaklıların zararda, borçluların kârda olduğu bir durum
Ayrıca, yüksek enflasyon TL kullanan herkes için bir zarar anlamına gelse de, bu zarar bu paranın kullanıcıları arasında önemli ölçüde değişiklik gösteriyor. Öyle ki yüksek enflasyon, borçlular yani daha az değerli TL ile borçlarını geri ödeyecekler açısından bir avantaj/kâr, bu borcu/krediyi verenler içinse bir dezavantaj/zarar demektir.
Bir başka anlatımla, para yalnızca satın alabileceği mal ya da hizmetler üzerindeki hak taleplerini yansıttığı ölçüde bir değere sahiptir. Bu bağlamda yüksek enflasyon, paranın satın alma gücünü aşındırarak borçluların, aldıkları bu borçları daha az mal ya da hizmetten vazgeçme şeklinde bir fedakârlıkta bulunarak geri ödemelerine olanak tanır. İşlemin diğer tarafındaki kreditörler ya da alacaklılarsa, yüksek enflasyon altında ellerine geçen para ile daha az mal ve hizmet satın alabilirler. (9)
Hazine borcunun reel değerini düşürüyor
Enflasyon vergisinin bir diğer boyutu devlet ve Hazine ile ilgilidir. Devlet başta kendisi için çalışanların maaş ve ücretlerini, özel sektörden satın aldığı mal ve hizmetlere (örneğin üstlenicilere yapacağı ödemelerini) ve toplumun çeşitli kesimlerine yaptığı sosyal nitelikli transfer harcamalarına ilişkin ödemeleri, yüksek enflasyon yüzünden değeri düşen ulusal para ile yaptığından, bu kesimlere adeta enflasyon oranında bir kesinti yaparak ödemede bulunur. Bu da bu kesimler açısından bir tür vergileme gibi işlev görür.
Yani iktidar bloku izlemiş olduğu ekonomi politikalarının neden olduğu yüksek enflasyonun bedelini topluma, daha düşük değerde ulusal para ile ödemede bulunarak da ödetiyor, denilebilir.
Ayrıca, Hazine TL cinsinden ciddi düzeyde iç borçlanma yapıyor. Eğer bu borçların ağırlığı sabit faizli ise, Hazine yüksek enflasyondan avantajlı çıkacaktır. Zira Hazine bu borçlarının anapara ve faizlerini, değeri yüksek enflasyon yüzünden düşen TL ile geri ödeyecektir. Bu da aslında devlete borç verenler açısından, onlardan tahsil edilen bir vergi gibi işlev görür.
336 milyar TL’lik bir borç servisi reel olarak 152 Milyar TL’ye düştü
Hazine’nin bu yılın ilk 8 ayında yaptığı borç servisinin tutarı (anapara + faiz) 335,9 milyar TL. İlk 8 aylık TÜFE ise (12 aylık ortalama) yüzde 54,69. (10) Bu da yapılan bu borç servisi ödemelerinin reel değerinin çok daha düşük (152,2 milyar TL), enflasyon yüzünden ortaya çıkan alacaklı zararının ise 183,7 milyar TL olduğunu ortaya koyuyor.
Ancak Hazine’ye borç verenlerden Hazine’ye yapılan bu transferin geçici olduğunu vurgulayalım. Çünkü böyle bir transfer tahvil çıkarıldığı sırada beklenmeyen bir enflasyon altında mümkün olabilirse de, bu durum kalıcı olmaz. Borç verenler enflasyonu öngörürler ve bu durumu talep ettikleri faiz oranına yansıtırlar. Bu da faiz oranlarının kaçınılmaz olarak artmasıyla sonuçlanır.
Eğer borç verenler enflasyonla ilgili tam bir öngörüde bulunamazlarsa bu kez borç vermekten kaçınırlar. Bu da Hazine’nin borçlarını yeni borçlarla çevirmesini zorlaştırır ve bu durum daha da ciddileştiğinde Hazine bu borçlarını para basarak kapatmak (monetizasyon) yoluna gidebilir ki bu da bir devletin hiç karşılaşmak istemeyeceği bir durumdur.
Aslında, önümüzdeki zorlu seçim süreci (bu süreçteki olası bir savaş senaryosu altında), artan bütçe açıklarının para basımı kadar iç borçlanma yoluyla da karşılanmasını kaçınılmaz hale getirebilir. Bu da sözünü ettiğimiz monatizasyonun önünü açar.
Böyle süreçlerde, seçim kaybetmek istemeyen iktidarlar vergileri artırarak bütçe açıklarını giderme yoluna gitmezler, aksine ekonomik büyümeyi ve canlığı sürdürebilmek için kamu harcamalarına yüklenirken, vergileri azaltırlar, böylece bütçe açığını büyütürler.
Bir başka deyimle, kendilerini iktidarda kalmaya mahkûm hisseden hükümetler devasa boyutlara erişen bütçe açıklarını, son tahlild, karşılıksız para basarak ve/veya daha fazla borçlanarak kapatma yoluna giderler ve bunun faturasını da kendi iktidarlarında ya da yeni bir iktidar altında etkisini sürdürecek olan enflasyon vergisi ile topluma yıllar boyunca ödetirler.
Sonuç olarak
Türkiye’de yüksek enflasyon, tıpkı ÖTV, KDV ve Gelir Vergisi gibi, emekçilerden alınan çok ağır bir vergiye dönüştü. Öyle ki halkın elindeki TL’nin satın alma gücü azaldıkça kendini gösteren ‘enflasyon vergisi’ halkın refahını daha da düşürüyor, halkı daha da yoksullaştırıyor. Yani yüksek enflasyon tıpkı adaletsiz bir vergi gibi işlev görüyor ve toplumsal zararın yükünü emekçilerin omuzlarına yıkıyor.
Ayrıca böyle bir yüksek enflasyon altında iktidar/Hazine, TL cinsinden borçlarının reel değerini düşürerek kendisine bir avantaj sağlarken, kendisini fonlayanların refahını azaltıyor.
Özetle, iktidar her yıl bütçe mekanizması aracılığıyla kullandığı trilyonlarca TL’lik vergi geliri biçimindeki kamu kaynağına ilave olarak, enflasyon vergisi ile toplumdan kendisine doğru milyarlarca liralık kaynak aktarıyor.
Öte yandan böyle bir verginin ağır bir toplumsal maliyeti de söz konusu. Öncelikle yüksek enflasyon ulusal parayı değersizleştirerek toplumun ekonomik temelini sarsıyor. Çünkü bu yolla yurttaşların varlıklarının önemli bir kısmına dolaylı olarak da olsa el konuluyor. Keza, bu süreç toplumun büyük bir kısmını yoksullaştırdığı gibi, gelecekteki iktidarların borçlanma kabiliyetini de baltalıyor.
Ayrıca, yüksek enflasyon (enflasyon vergisi biçiminde bir gelir yaratırken), toplanan diğer vergilerin reel değeri enflasyon oranında düştüğünden, özellikle de vergilerin gecikmeli toplandığı bizim gibi ülkelerde bu durum kamu maliyesinde dengesizliğe, bütçe açıklarına oluyor. Keza hükümetler daha değersiz TL ile kamusal hizmet harcamasını fonlamak durumunda kaldığından kamu harcamaları fiktif olarak şişiyor.
Son olarak, bütçe hakkına saygı duyulan demokratik toplumlarda, vergiler toplumda şeffaf bir biçimde ve demokratik yollarla (eksikli de olsa) tartışılarak uygulanırlar.
Oysa enflasyon vergisi doğası gereği antidemokratiktir. Özellikle de yasal vergi gelirlerinin bile nasıl ve nerelere harcandığının hesabının yeterince sorulamadığı otoriter yönetimler altındaki ülkelerde, enflasyon vergisi böyle yönetimlerin halkın varlıklarına keyfice el koymasını sağlayan adaletsiz bir vergiye dönüşür.
Dip notlar:
(1) Vito Tanzi, Public Finance in Developing Countries, Edward Elgar Publ., 1991, s. 95.
(2) D. Begg, S. Fischer, R. Dornbusch, Economics, 7the Edt., The McGraw-Hill Co., 2003, s. 370.
(3) “Seigniorage”, https://en.wikipedia.org; seigniorage –coinage; https://www.britannica.com/topic/seigniorage (3 Ekim 2022).
(4) J. Cullis, P. Jones, Public Finance and Public Choice, 2nd Edt., Oxford University Press, s. 285.
(5) https://www.mahfiegilmez.com/2020/04/merkez-bankas-para-basyor (21 Nisan 2020).
(6) https://www.economicsnetwork.ac.uk/archive/keynes_persuasion/Inflation (5 Ekim 2022).
(7) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan-Haziran 2022; Tüketici Fiyat Endeksi, Haziran 2022, https://data.tuik.gov.tr (3 Ekim 2022).
(8) https://www.hmb.gov.tr/haziran-2022-butce-gerceklesmeleri (3 Ekim 2022).
(9) https://www.aei.org/articles/mad-money-how-to-fight-the-inflation-tax (12 September 2022).
(10) https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2022/09/Web_Kamu_Borc_Yonetimi_Raporu_Eylul_2022_v4.pdf, s.1; https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Agustos-2022 (5 Ekim 2022).