İnsanın onbinlerce yıla varan toplumsallaşma çabasını ve bunun ahlaki- politik bir biçim almasını görmezden gelerek yapılan her tahlil sonuç olarak köksüzdür. Söylence olmayı aşan doğal toplum yani komünal toplum farklı tarih ve coğrafyalarda kendini var etti, sürdürdü ve çeşitli soykırımlardan geçerek tortu halinde dahi olsa kapitalist modernitenin çatlaklarının arasından bir ışık gibi sızmakta
Ceylan Çağır
Demokratik, eşitlikçi “yeni” bir toplum yaratma iddiasıyla “eskinin” köhnemiş, yozlaşmış düşün dünyasına açılan savaşımda yeniyi nasıl yaratıyoruz? “Yeni” denilen şey nedir? Hiç olmamış olan, sonradan oldurulacak bir şey midir? Peki ya eski olan nedir? Kölecilik, feodalizm ya da kapitalizm bu tarihsel ivmeler kendinden bir öncekiyi “eski” kendini “yeni” olarak tanımlarken, bütün bu yenilerin en eski olan doğal toplumdan daha iyi bir şeyi olduğunu mu ifade etmekte.
Retorik bir tanımlama değil elbette. Bizler tarafından yeni diye vurgulanan sınıfsız, hiyerarşisiz, eşitlikçi toplum aslında eskinin bağrından çıkıp gelmiştir. Eski olana “geri olan, kötü olan, aşılması gereken” gibi bir düz ilerlemeci tarihsel yorumla baktığımızda asılolanı görmekte körlük yaşıyoruz.
İnsanın on binlerce yıla varan toplumsallaşma çabasını ve bunun ahlaki- politik bir biçim almasını görmezden gelerek yapılan her tahlil sonuç olarak köksüzdür. Söylence olmayı aşan doğal toplum yani komünal toplum farklı tarih ve coğrafyalarda kendini var etti, sürdürdü ve çeşitli soykırımlardan geçerek tortu halinde dahi olsa kapitalist modernitenin çatlaklarının arasından bir ışık gibi sızmakta.
Ve elbette pratik de teoriden süzülerek inşa ediliyor, dolayısıyla insanı hiç değişmeyecek ve “böyle gelmiş böyle gidecek” bir yaşama inandıran teolojik, bilimsel, felsefi tüm çarpıtmalara alternatif hiç olmayan ve insanın da hiç deneyimlemediği bir “yeni”yi örgütlemek oldukça güç.
Mevcut olan kendinin mutlak ve sarsılmaz bir bilgiye sahip olduğunu kanıksatırken diğer yandan çürüttüğü toplumsallığı ve yozlaştırdığı bireyi umutsuzluk ve karamsarlık içinde bırakır. Kapitalist modernite ya biricik bireyin kendini toplumun üstünde bir bilinç olarak görüp kendine yer bulamamasıyla ya da “herkes aynı değişmez bu düzen” safsatasıyla kendini ve kendiyle beraber toplumu değiştirme dönüştürmenin imkansızlığını zihne kodlar.
Aslında devletli sistem kaba savaş yöntemleri ve siyasal iktidarı ele geçirmek dışında en başından beri zihinsel olarak kendi meşruiyetini sağlamak için bir dizi karşı-devrim faaliyeti yürüttü ve yürütüyor. Özel savaş politikaları dediğimiz şey de bu durumun rafine hallerinden biri. Peki bizler bu tanımlamayı yaptıktan sonra teorik ve pratik olarak nelere müdahale ederek özel savaşı yenilgiye uğratacağız.
Birey kutsandığı sihirli konfor alanından çıkıp, toplumla arasına çektiği kalın duvarı nasıl yıkacak?
Kapitalizmin dikenlerle örülü kabul sınırları içinde onun biçimlendirdiği bir “ben” nasıl olabilir de özgür yaşayabilir, özgürlük kavramı yabancılaşma gibi derin bir çarpıtılmayla yüz yüzedir. Bu yabancılaşmanın panzehri örgütlenmektir, kolektif mücadele köklerimizin üzerinde doğrulmamızı sağlar. Kendimiz içinde yaşadığımız toplumu anlamaya çalıştığımız “nasıl yaşamalı” diye sorduğumuz o anlar aslında bir doğumdur; İçinden çıkılmaz sandığımız dertlerin aslında bir sebebi olduğunu, yazımızı kışa çevirenlerin tahtının yıkılmasının bir fiskeye baktığını anlarız, işte o an güneşli bir günün metafor olmadığını görürüz.
Ancak örgütlenmekten kaçtığımız her an mevcut olana yeniden meşruiyet sağlamış oluyoruz. Dilimizin bu kadar aklın süzgecinden geçip akla bu kadar oyun oynadığı zamanlarda sözün anlamı ve kavramların hakikati de bulanıklaşıyor.
Devrimcilikten itinayla kaçınılıp “aktivist” kavramının yaygınlaşması da hapishane kavramı yerine sıkça kullanılan cezaevi kavramının dile bu kadar yerleşmesi de tesadüfi değildir elbette, bu durum biraz da birey fetişinin örgütlenmekten kaçınmanın bir yansımasıdır.
Sistem bizim olan her şeye saldırıp yenemediği noktada içini boşaltıp altını oymaya çalışıyor. Bu eşyanın tabiatı gereği böyledir. Karşı devrim durmaksızın kendini yeniden üretmeye çalışmak mecburiyetindedir çünkü bu zihniyet savaşını bir an bıraksa görüyor ki insanlar asılolana kulak vermeye başlıyor.
Peki buna karşı bizim sözümüz neden reforma, revizyona dönüşüyor. Devletli, sınıflı, erkek egemen uygarlık kendini her anda örgütlerken ve örgütlenme için bilumum araç geliştirirken; diğer yandan örgütlenmeyi kriminalize ederek, kendine karşı oluşabilecek sözü ve eylemi kabul edilebilir sınırlar içine çekmeye çalışıyor. Bireysel çabalar ve belirli alanlarda parçalı muhalefet ile kolektif mücadelenin önünü tıkıyor.
Bunun teşhisi kadar çözümü de esaslı bir önem taşımakta. Genel olarak ulus devletli yapının özel olarak da son 20 yılda AKP’nin yarattığı kültürel yozlaşma, kadın kazanımlarına yönelik saldırı, Kürtlere dönük yoğunlaştırılmış özel savaş ve asimilasyon politikaları tıpkı Sümer rahip devletinde eşitlikçi topluma karşı açılan savaşa benziyor. Ancak ahlaki-politik toplumun bilgisi ve duygusu devletli uygarlığın tüm saldırılarına rağmen yok edilememiştir. Kırk kilitli kapının ardında da olsa sesi duyulmaktadır.
Bu sesin çağrısına kulak vermek, bulunduğumuz her alanda çelişkiyi yakalayıp diyalektik bir perspektifle yaşamı yeniden örmek onurlu bir yaşamın gereğidir. Bütün avuntuları ortadan kaldırıp hakikatin sarsıcı yüzüyle karşılaşmak ve bu karşılaşmada arayışın rotasını artık belirliyor olabilmek nesne olmaktan kurtuluştur. Yönümüzü esen yele çevirirken, kulağımızda yankılanır o ses “yaşamak direnmektir” nihayetinde ve belki en çok da direnirken sözün anlamını yitirtmemektir. O anlam ki nice bedelin söze gark olmuş halidir.