Kasvetli dünyada içerisi ve dışarısı arasındaki ince çizginin bulanıklaştığı ve neredeyse ortadan kalktığı Yol filminin iki Kürt mahkumundan biri olan Ömer’in yolculuğu…
Filmin özellikle iki karakteri için kritik bir yer haline gelen dağları ve bu yerle kesişmelerini, dağların bize neler ima ettiğini veya söylediğini Seyit Ali karakteri üzerinden önceki yazıda konuşmuştuk. Bu yazıda Ömer örneğinden hareketle dağları konuşmaya devam edeceğiz.
Ömer’in hikayesi aslında onun yurduyla kurduğu ilişki üzerinden örülüyor. Film boyunca gülümsediğini gördüğümüz, umut taşıyan tek karakter belki de. Hapishane iznine çıkar çıkmaz memleketi Urfa’ya doğru yola koyulan Ömer aracılığıyla bütün bir ülkeyi kontrol altına alan faşist cuntanın, bölge halkı üzerinde kurduğu çifte baskının altı çizilir.
Onu ilk gördüğümüz sahnede, arka planda sıkıyönetim ve icra emirleri tekrarlanırken, hapishane koğuşundaki ranzasında uzanmaktadır. At üzerinde düz bir ovada hızla ilerleyen bir adamı düşlemektedir Ömer. Bu atlının daha sonra Türkiye-Suriye sınırında kaçakçılıkla geçinen kardeşi Abuzer olduğunu öğreneceğiz. Askerlerin, kaçakçılar ve köylüler üzerindeki baskısını gitgide artırdığı bu ortamda hapisten çıkıp köyüne ulaşan Ömer; bir yandan ulaşamadıkları kardeşinin yakında alacağı ölüm haberini bekliyorken, öte yandan da dışarısıyla içerisinin aynılaştığını tıpkı Seyit Ali gibi trajik bir şekilde deneyim edecektir.
Seyit Ali ile benzer bir kaderi paylaşmasına rağmen, daha filmin erken sahnelerinde diğer mahpuslara hapse bir daha dönmeyeceğini söyleyen Ömer’in kendine özgü bir hikayesi var ve dağla ilişkisi Seyit Ali’ninkinden farklı. Dağlar, Seyit Ali örneğinde baskı ve izolosyonun mekanı olurken, Ömer’in örneğinde bir özgürlük ve direniş mekanına dönüşür. Filmin dağları ise sadece anlatıya hizmet eden bir arka plan değildir. Aynı zamanda hikayenin zincirlerinden koparak, sadece onun izin verdiği ölçüde değil film içerisinde birer özerk manzaraya dönüşerek varolur.
Buharlaşan hikâye, rol üstelenen manzara
Çeşitli mecralarda filmi aslında Kürtçe çekmek istediğini ancak sıkıyönetim koşullarında bunun mümkün olmadığını ifade eden Yılmaz Güney, bu isteğini yerine getirememiş olsa da, Kürtçeyi kurgu masasında, kadraj dışı diyaloglar ve Kürtçe müziklerle filmin dünyasına dahil eder ve bu dünyanın ayrılmaz parçası haline getirmeyi başarır. Ancak Kürtçenin ve Kürtlerin filme girişini sadece böyle değil başka yollarla da mümkün kılar; dağ imajıyla… Ömer’in hikayesine biraz daha yakından bakmadan önce filmin, 12 Eylül darbesi koşullarında çekildiğini hatırlamalı.
Ömer, memleketi Urfa’ya gelir. Mavi gökyüzü ile yeşil çimenleri ayıran bir ufukta, “Kürdistan” kelimesinin dağların hemen üzerinde göründüğü 4 saniyelik bir ara başlık ekranda belirir. Filmde memleketlerine giden her bir beş karakter için beliren bu ara başlıklar, Ömer’in örneğinde biraz farklıdır. Film boyunca verilen diğer tüm ara başlıklar normal boyuttayken bu başlık, büyük fontlarda ve ekranın üst kısmında, dağ sırasının üzerinde yer alır. Bir nevi sömürgeci bakışın kamerasıyla Türkiye sınırları içinde işaret ettiği dağlar, Yılmaz Güney’in kamerası tarafından yeniden adlandırılır.
Bu sahneyi takip eden planda Ömer’i bu manzara içerisinde, aynı kadrajda görürüz. Ömer tarlalarda koşar, bir köpekle oynar. Umutludur ve ülkesine duyduğu özlemle toprağı öper. Köyüne uzaktan bakar ve gülümser. Doğal alanın sunduğu manzara karşısında büyülenen bir karakterin varlığı, izleyiciyi aynı alanı özerk bir manzara olarak düşünmeye sevk edebilir. Ömer’in Kürt dağlarına ve ufka bakışı, izleyiciyi manzara üzerine ve ona yüklenen anlamlar üzerine düşünmeye zorlar. Filmin hikayesi bir an için buharlaşır ve manzara neredeyse filmin rolünü üstlenir gibi olur. Martin Lefebvre ‘Manzara ve Film’ adlı çalışmasında “seyircinin dikkatini, içindeki eylemden ziyade dış mekana yönlendiren herhangi bir strateji (stratejinin diegetik olarak motive edilip edilmediğine bakılmaksızın) manzarayı vurgulama niyetine atfedilebilir” diye belirtir.
Ancak, aniden izlediği manzarayı dolduran çatışma sesleri, Ömer’in yüzündeki sevinç ve mutluluğu kaygı ve kedere dönüştürür. Köyüne girdiğinde ise kendini çatışmanın tam ortasında bulur. Sırtını dağlara yaslamış köyün genel planından sonra yakın planlarla köylülerin yüzlerine hızlı kesmelerle verilir. Çaresizlik, yorgunluk, umutsuzluk. Askerler bir evi kuşatmış ve teslim olma emri vermiştir. Sarılmış evler, kuşatılmış köyler, aileleri ayıran ulus-devlet sınırları. Dışarısının aslında içerisi kadar büyük bir hapishane olduğunu ifade eden filmin en çarpıcı sahnelerinden biri… Birkaç sahne evvel kendisini at üstünde, dağlarda hayal eden Ömer’in bu hayali kendisini bu ikili hapis durumunun dışına atma arzusu olarak okunabilir.
Farklı bir sahnede, askerler çatışma esnasında öldürdükleri ölü bedenleri, kamyon kasalarında köye getirir ve yaşayanlardan cesetleri teşhis etmelerini isterler. “Kanuna karşı gelenlerin sonu böyle olur.” Başlarına geleceklerden korkan köylüler, yakınlarını teşhis etmekten çekinirler. Ömer, kardeşi Abuzer’in de öldüğünü böylece öğrenmiş olur.
Geleneklere göre kardeşinin ölümünden sonra Ömer’den beklenen, dul kalan yengesiyle evlenmek ve onun çocuklarına baba olmaktır. Çok özlediği kardeşi, devlet tarafından öldürülmüştür ve töreler gereği dul eşiyle evlenmesi gerektiği için köydeki sevdiği kadın Gülbahar’la birlikte olamaz. Feodal düzen ve sömürgeci devlet eleştirisi, tıpkı Seyit Ali’nin örneğinde olduğu gibi yoğun bir şekilde hissedilir. Böylece dağ, Ömer için gidilecek ve özgürleşilecek tek mekan haline gelir.
Özgürlüğe özlem
Daha filmin en başında içeriye tekrar dönmemeye ant içen Ömer, filmin sonunda bir anlamda dışarıya da, yani koca bir açıkhava cezaevine dönüşmüş olan yurduna da dönemez. Ömer’i son gördüğümüz an, onun dağlara gözünü diktiği yani ne törelerin ne de devlet sopasının ulaşamayacağı mekanlara gittiği sahne olur. Son derece epik ve lirik olan bu sahne, dar mekanlar ve kapatılmışlık hissinin yoğun hissedildiği sahnelerin aksine açıklığı ve ferahlığı imler. Bölgenin yemyeşil tepelerinin eteklerindeki köy meydanında toplanan herkes, Ömer’i uğurlamak için oradadır. Ömer ardında bıraktıklarına tek tek bakar.
Filmin sonunda Ömer’in gittiği dağlar, film boyunca toplanan özgürlük hayalleriyle doludur ve sadece hikayeye hizmet eden bir yer olmaktan çıkarak yeni bir anlam kazanır. Karakterin arka planında beliren dağ, artık çerçevenin merkezindedir; manzaradan mekana dönüşür, otonomi kazanır.
Kürtlerin, tarih boyunca çeşitli özgürlük eylemlerinin mekanı olan dağ, tam da bu sahnede filmin ana konusu haline gelir. Yine mekan ve kimlik, karşılıklı ve kesintisiz bir ilişki içindedir. Yılmaz Güney’in, seyircinin Kürtlere ve onların mücadelesine dikkatini çekme derdi, dağlarla somutlaşan bu sahnede doruğa ulaşır. Bir coğrafyanın kurtuluşuna olan arzu ve özlemin, sinema tarihinin en şiirsel ifade edişlerinden biridir Yol’un dağları ve ona atfedilen anlamı…