Sayıların net bir şekilde işaret ettiği gibi Türkiye’de emeğiyle geçinmeye çalışan on milyonlar, gıda başta olmak üzere en temel gereksinimini dahi karşılayamadığı gibi milyonlarca işsiz ve kayıt dışı olarak çalıştırılan insan ise bu “açlık ücreti”nden dahi yoksundur
Özgür Müftüoğlu
Bir ülkede yaşam standardını belirlemek için ortalama ücret ile açlık/yoksulluk sınırını ölçü olarak alabilirsiniz. Emekçilerin çok önemli bölümünün asgari ücretin altında bir gelirle yaşamak zorunda olduğu Türkiye’de asgari ücret, ortalama ücret olarak kabul edilebilir. SGK, Temmuz 2021 istatistiklerine göre, işçi ve memur statüsünde çalışanlarla onların bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı 57,6 milyondur (nüfusun yüzde 70’i). DİSKAR’ın 7,9 milyon olarak tespit ettiği geniş tanımlı işsiz sayısı buna eklendiğinde, emeğiyle geçinen ya da geçinmek isteğinde olanların sayısı 65 milyonu aşar ki bu da nüfusun yaklaşık yüzde 79’udur. Bir kaba hesapla ücretlilerin ve işsizlerin yarısının asgari ücret düzeyinde gelirle geçindiği düşünülürse 30 milyonu aşkın kişi bugün geçerli asgari ücret olan 2 bin 825 TL ile geçinmeye çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan küçük esnaf, zanaatkar ve çiftçinin büyük kısmının durumunun farklı olmadığı göz önünde bulundurulduğunda bu sayı tespitimizi de aşmaktadır.
Bir sendika olarak “işçi sınıfının hakları için mücadeleyi örgütleme” işlevini yerine getirmekten çok uzak olsa da Türk İş, açlık ve yoksulluk sınırını belirleme konusunda en düzenli çalışma yapan kurumdur. Türk İş’in Ekim 2021 için belirlediği açlık sınırı (dört kişilik ailenin asgari gıda harcaması) 3 bin 093 TL; yoksulluk sınırı (gıda ile birlikte giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu harcamalarının toplamı) 10 bin 075 TL; tek başına yaşayan bir emekçinin ‘yaşama maliyeti’ ise aylık 3 bin 772 TL’dir.
Sayıların net bir şekilde işaret ettiği gibi Türkiye’de emeğiyle geçinmeye çalışan on milyonlar, gıda başta olmak üzere en temel gereksinimini dahi karşılayamadığı gibi milyonlarca işsiz ve kayıt dışı olarak çalıştırılan insan ise bu “açlık ücreti”nden dahi yoksundur.
Sürekli yükselen enflasyon karşısında eriyen ücretler, artan işsizlik, ağırlaşan çalışma koşulları sonucunda yoksulluk ve açlıkla burun buruna yaşayan milyonlarca insanın durumuna ilişkin eleştiriler karşısında 19 yıldır ülkeyi yöneten Erdoğan’ın yanıtı hayli ilginçtir: “Şu anda bakıyorsunuz her evde araba var, kapıcısında araba var. Şu anda 2. el araba yetişmiyor zaten. Böyle bir durum var. Bunları nasıl görmezden geliyorsunuz? Bunu TV ekranlarından vatandaşa anlatır, kandırabilirsiniz. Ama bizi kandıramazsınız. Nerede ne satılıyor, bunları gayet iyi biliyoruz.”
Türkiye nüfusunun ne kadarının emeğiyle geçindiği, bunların ellerine geçen -ya da geçemeyen- ücretin ne kadar olduğu bellidir. Türk İş’in tespit ettiği temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları da malumdur. Tüm veriler ortadayken yaşam standardını “araba” satışı ya da sahipliği üzerinden belirlemek, gerçeklerin üzerini örtme çabasından başka bir şey olamaz.
Peki “araba” ya da “cep telefonu” üzerinden geliştirilen söylemler gerçeklerin üzerini örtebilir mi?
Her şeyden önce otomobil, cep telefonu vs satışları, refahın ya da satın alma gücünün yüksek olmasıyla değil, kolay borçlandırma politikasıyla ilişkilendirilmelidir. Düşük kredi ile borçlandırma, talebi arttırmanın yanı sıra emekçileri sisteme bağımlı hale getiren ve üzerlerindeki tahakkümü arttıran bir tuzaktır.
İktidar yandaşlarına çifte maaşların verildiği, usulsüz ihaleler ve ödemelerde bulunulduğu, vergi borçlarının affedildiği, servetlerini yurt dışına çıkarmalarına göz yumulduğu ve nice benzeri haberlerin her geçen gün bir yenisinin gün yüzüne çıktığı bir dönemde sefalete, açlığa terk edilen halkın bu söylemlere itibar edecek kadar körleşmiş olabileceğini düşünmek bile vahimdir!