22 Temmuz tarihli BirGün gazetesinde, “Kayseri Büyükşehir Belediye başkanı, AKP ilçe belediye başkanları ve oda başkanlarıyla yaptığı toplantıda, seyyar satıcıları hedef göstererek, ‘topyekun mücadele’ çağrısında bulunduğu” haberi veriliyordu. AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç aynı toplantıda, “Seyyar satıcılarla mücadeleyi görev biliyoruz” demiş… Anlaşılan başkan tam bir görev bilinciyle kılıcını çekmiş… Aynı gün İstanbul valisi de Suriyelileri İstanbul’dan atma kararını açıklamıştı… Televizyonlara yansıyan bir üçüncü haber de, Adıyaman’da bir aile 2 aylık çocuklarını cami avlusuna bırakmışlar. Hakkında soruşturma yapan polislerin, “neden böyle bir şey yaptınız” sorusuna, çocuğun babası, “hastaydı, hastane masraflarını karşılayamıyorduk, ben işsizim” demiş…
Bu üç haber, Türkiye’deki komprador rejimin yoksullara yönelik saldırısını artıracağını gösteriyor. Eğer bir devlet, bir rejim, yoksullukla mücadele edemiyorsa, yoksullarla mücadele etmek zorunda kalır. Fakat, doğrusu “yoksullukla mücadele” değil, “zenginlikle mücadele” olması gerekir. Zira, yoksulluğu yaratan zenginliktir… Kapitalist toplumda zenginlik üretmenin yolu, yoksulluk üretmekten geçer. Bir kutupta zenginliğin birikmesi için, karşı kutupta yoksulluğun artması gerekir ve başka türlü olması asla mümkün değildir… Eğer biri yoksulsa, diğeri zengin olduğu içindir… Neoliberalizmin bağnaz şampiyonu AKP iktidarı, tüm yaşam kaynaklarını, tüm “müşterekleri” özelleştirdi, bir kâr aracına dönüştürdü. Zaten Türkiye’de siyaset, bütçeyi, hazineyi ve “müşterekleri” yağmalatmak, yağmalamak, talan etmek için yapılıyor… Her halde bu ülkenin tarihinde zengin-yoksul ayrımının bu ölçüde ‘keskinleştiği’ bir dönem yaşanmamıştır… Böyle sömürü, böyle yağma, böyle talan görülmedi… Tüm ortak yaşam kaynakları ve yaşam alanları dar bir ‘iş bitirici’ kapitalist tarafından gasp edildi, sahiplenildi.
Tabii işsizlik, yoksulluk ve sefalet de, insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı… Fakat, hiçbir zaman ‘gasp ettik’ demezler, özelleştirdik derler… İyi de şu ‘özelleştirme’ dedikleri ne? Aslında özelleştirme demek, kamuya, topluma, herkese ait olan, olması gereken, herkesin kullanımına sunulması gereken ortak yaşam alanlarını, yaşam kaynaklarını, hizmetleri, müşterekleri özel şahıslara, kapitalistlere peşkeş çekmek, yağmalatmak demektir. Eğer siz sağlık hizmetlerini özelleştirir, metalaştırır, paralılaştırır, bir kâr aracına dönüştürürseniz, Adıyamanlı aile de iki aylık hasta çocuklarını cami avlusuna bırakmak zorunda kalır… Fakat bir şey var: Her şeyin özelleştirildiği bir toplum, müştereklerden, ortak yaşam alanlarından ve kaynaklarından yoksun bir toplum varlığını sürdüremez. Çöker… Zira, müşterekler toplumu [insanları] bir arada tutan tutkaldır… Bir insanın çektiği acıdan kâr etmek bir toplum için utanç vericidir ve asla kabul edilebilir değildir… İnsanların içtiği su dahil her şey özelleştirildi…
Gerçi özelleştirme öyle bir şeydir ama, burnundan kıl aldırmayan burjuva iktisatçıları, özelleştirmenin yararlarını saya saya bitiremezler… Sömürü düzeninin o zevatı neye yücelttiğini, yere göğe koymadığını sanıyorsunuz? Aşırı gelir ve servet dağılımı uçurumu bir ‘çöküş’ nedenidir… Roma tarihine meraklı olanlar bilir. Roma imparatorluğunun çöküşünün nedenlerinden biri de, aşırı servet ve gelir dağılımı dengesizliğiydi… Vergiler sürekli artıyordu, köylüler toprakları terk ediyordu, daha az verimli topraklar işlenmiyordu, imparatorluk tam bir mali iflasa sürüklenmişti ve sonuçta çöktü…
Türkiye’nin Suriye politikası baştan itibaren tam bir garabetti. AKP hükümeti, başta Türkiye’ye girişleri teşvik etti… Suriyeli göçmen sayısı belirli bir sınırı geçtiğinde Birleşmiş Milletler duruma müdahale edecek beklentisi vardı… Suriye’de rejim çok kısa zamanda çökertilecek ve gelenler geri yollanacaktı. Lâkin evdeki hesap çarşıya uymadı… Suriye direnmeyi başardı, savaştan ve terörden kaçan milyonlarca insan, Türkiye’ye akın etti. Irkçı Avrupa Suriyeli sığınmacıları Türkiye sınırları içinde tutması karşılığında rüşvet verdi… AKP iktidarı sığınmacılara mülteci statüsü tanımadı… Başlarda “onlar bizim misafirimiz” diyorlardı… Artık ‘misafirperverliğin’ sonu gelmiş görünüyor…
Suriyeliler iktidar partisi AKP ve burjuva muhalefet tarafından günah keçisi ilan edilmiş durumdalar. Artık ülkenin içine hapsolduğu işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin bir sorumlusu daha var: Suriyeliler… AKP’nin İstanbul büyükşehir Belediye Başkan Adayı Binali Yıldırım, seçim kampanyası sırasında, Suriyelileri “kulaklarından tutup göndermekle” tehdit etmişti. Tabii, ‘Millet İttifakı’ cephesi de bu konuda iktidar partisinden pek farklı düşünmüyor… CHP’li belediyeler plajlara Suriyelilerin girişini yasaklamayı tartışıyor, plajlara yakın yerleşim yerlerini kaldırdığı söyleniyor… Suriyeliler artık her an baskına uğrayabilir, gözaltına alınabilir, sınır dışı edilebilir, linç girişimine maruz kalabilir… AKP iktidarı için Suriyeliler ‘kullanışlı bir siyasi malzeme’… Tabii Türkiye’de köklü bir linç ve tehcir geleneği olduğunu da unutmamak gerekiyor… AKP iktidarı baştan itibaren Suriyelileri Avrupa’ya şantaj ‘aracına’ dönüştürdü… Süleyman Soylu iktidarın meramını iyi anlatıyor, “Kapıları açarsak, AB’de hiçbir hükümet 6 ay dayanamaz” diyor… Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da, AB ile yapılan “geri kabul anlaşmasının askıya alındığını” söyledi… Bütün bunlar iktidarın Suriyelilere yaklaşımının değiştiğini gösteriyor. Artık Suriyeliler ihtiyaca göre hem bir iç politika ve hem de dış politika malzemesi… Tabii, rahatlıkta krizin sorumlusu da ilan edilebilirler…
Suriyeliler neden geldi ve geride kalan dönemde ne değişti de onları zorla geri göndermeye kalkıyorsunuz? Bir kere böyle bir karar, geçerli uluslararası yasal düzenlemelere ve teamüllere aykırı. Bilindiği gibi, ‘geçici koruma veya uluslararası koruma’ kapsamındaki kişilerin hayatlarının ve özgürlüklerinin tehlike altında olacağı bir yere gönderilmeleri söz konusu olamaz.
Çaresiz insanlarla dayanışma, mültecilere kucak açma, insan olmanın asgari koşuludur. Bunun için de her türlü ırkçı-milliyetçi- şoven önyargılardan ve saplantılardan arınmak gerekiyor…