Hasankeyf’i savunan Hasankeyfliye, ceza veren hakim ve ‘Ne yani bu devirde bu insanlar mağarada mı yaşıyor’ diyen Cevdet Sunay’ın inatla ‘’Boğulmak İstenen Hakikatin’ gerçeklerini konuştuk. Êgit Özdemir, ‘Devletin cumhuriyet döneminden beri politikalarından biri bölgenin insansızlaştırılmasıdır, Ilısu Barajı bunun eseridir’ diyor ve
Keşke bir şiir okumuş,
Bir kedi sevmiş olsaydınız.
Belki bu kadar, kirletmezdiniz dünyayı.. diyen Uyar’ın dizelerini hatırlatıyor hepimize
Mehmet Elma/Batman
- İktidar, işgal edilebilecek veya ablukaya alınabilecek ayrıcalıklı bir yerde bulunmaz. Bu nedenle orada kendi politikalarını yürütecek özel sermaye aygıtlar yerleştirir. Bugün kapitalist modernitenin bir ürünü olan Ekolojik kırım sahipleri Nurol inşaat, Eti Bakır A.Ş, Ciner Enerji, Global Enerji gibi ‘aygıt’ firmalar aslında tam olarak bölgede neyi hedeflemektedir.
Devlet ve sermaye arasında, birbirine gereksinim duyan, birbirini besleyen ve koruyan “ortakyaşamsal” bir ilişki vardır. Devlet, gücünün maddi temeli için sermaye birikimine gerek duyarken, sermaye de birikim sürecini işletmek için devletin sağladığı olanakları kullanır. Doğa, sermaye birikiminin aracı haline getirilmiştir. Marksist literatüre başvurursak; sermaye için doğa sadece değişim değeri olarak görülür. Ancak burada yaşayan yerel halk için kullanım değeridir. Buradan bakınca doğa yerel halk için, barınmadır, beslenmedir, yaşam alanıdır. Bu şirketler bölgede doğal varlıklar üzerinde devlet desteği ve koruması altında sınırsız kullanmaya başladıkça, yerel halkın temel yaşamsal hakları sınırlanır. Doğanın sermaye tarafından tahrip edilmesi ile yoksulluk arasında doğrudan ilişki vardır. Yerel halkın yaşam alanı ve beslenme faaliyeti olarak gördüğü doğa sömürüldükçe yoksulluk artar ki devlet, bölgede ezelden beri yoksullaştırma-mülksüzleştirme ve işsizler ordusu yaratma politikaları uygulamaktadır. Sermayenin doğanın tahribi yoksullaşmayı artırdığı için devlet sermayeye işbirliği farklı bir boyutta gelişir. Harvey’in de dediği gibi artık her şey “sermayenin birikimin devamı” içindir. Şirketlerin bölgedeki faaliyetleri ve devletle olan bağlantısına burada “sermaye birikimi” üzerinden değerlendirdik. Sermaye birikiminin devamı için şirketler bölgede her yerde faaliyetleri bulunmaktadır. Şırnak’ta madencilik faaliyetleri, Van’da HES faaliyetleri, Muş’ta baraj projeleri, Dersim’de siyanürle altın arama çalışmaları vb. şekilde karşımıza çıkmaktadır bu faaliyetler. Devletin cumhuriyet döneminden beri politikalarından biri bölgenin insansızlaştırılmasıdır. Başta barajlar olmak üzere diğer ekolojik kırımlar bölgede göçe neden olmaktadır. Misal Ilısu Barajı projesinde 100 bine yakın insanı göç edeceği söyleniyor. Bu çerçeveden bakınca sermaye-devlet birlikteliği bölgede sadece sermaye birikimin devamına katkıda bulunmuyor, aynı şekilde devletin güvenlikçi politikalarını da katkı sağlıyor.
Mülksüzleştirme yoluyla birikim meselesini tartışabilmek, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin temel dinamiklerinin iyi analiz edilmesi, bir başka anlatımla sermaye birikiminin tarihsel dönüşüm dinamiklerinin incelenmesini gerektirmektedir. II. Dünya Savaşını izleyen yıllarda ve özellikle 1970’li yıllarda yaşana krizlerle birlikte ekonomi politikaları önemli ölçüde değişmiştir. David Harvey, 1970’lerin krizinin ardından, sermayenin yeni birikim modelini Marx’ın “ilk birikim”* kavramı ile özdeş tuttuğu “mülksüzleştirme yoluyla birikim” ile açıklamakta, “yeni emperyalizm” şeklinde ifade ettiği dönemin de bu kavram üzerinde yükseldiği görüşünü savunmaktadır. Harvey’in iddiası, Marx’ın sözünü ettiği ilk birikimin tarihte bir kez olmuş ve sona ermiş bir şey değil, bugün hala devam eden bir süreç olduğu yönündedir. Özellikle, özelleştirme meselesi üzerinden tartışılan bu kavram ve birikim modeli 1970’lerden itibaren suyun, eğitimin, sağlık hizmetlerinin pek çok ülkede özelleştirilmesi ile görünür hale gelmiştir.
2. Tepelere kalekollar, nehirlere barajlar, akarsulara HES’ler, verimli arazilere nükleer santraller kuruluyor. Bütün bunlar yaşanırken ‘’klasik çevre hassasiyeti’’ refleksi göstermek yeterli midir? Kaz Dağları’ndaki boylu ardıç ağacının, bölgedeki meşe ağacından fazlası nedir? Ne yapmalı?
Öncelikle çevrecilik ve ekolojiyi biz farklı akımlar olarak değerlendiriyoruz. Bunun dayanaklarını da toplumsal ekolojiden alıyoruz. Çevre korumacılık, genellikle belli bir çevresel soruna dair “özel” çalışmalar yaparken, toplumsal ekoloji hiyerarşi, tahakküm, devlet, modernite, teknoloji vb. birçok konuya dair felsefi, tarihsel ve ideolojik tartışmalar yürütür. Toplumsal ekoloji de Kaz Dağları’ndaki ağaç da Hakkari’deki meşe ağacı da ekosistemin bir parçasıdır. Birinin diğerinden fazlası yok, doğal evrimsel sürecin parçalarıdır. Toplumsal tepkilere gelince, Türkiye’de genelde verilen çevresel mücadeleler yereldeki bir çevresel tahribata karşı geliştirilen “tepkisel” mücadelelerdir. Haksızlık etmek istemem ama geneli yerel ve yereldeki sorunla sınırlı kalmıştır. Bu aşmaya dönük Türkiye’de birçok adım atıldı. Bu ortak etkinlikler ve çabalar aslında bölgedeki ekolojik kırımlar ile Türkiye’nin batısındaki ekolojik kırımlara karşı geliştirilen tepkilerde birliktelikler kurdu. Bölgedeki ekolojik tahribatların devletin güvenlikçi politikalarla ilişkisini birçok sefer konuştuk. Güvenlikçi politikalardan kaynaklı ekolojik tahribatlara karşı ortak tepki geliştirmek dönem dönem zorlandığımız konulardan biri olmuştur. Biz Kazdağları’ndaki ağacında, Hakkari’de ağacında, Dersim’deki pezkovînin aynı ekosistem parçası olduğunu söylüyoruz. Kaz dağlarındaki devlet-ulusal ve uluslararası sermayenin ortaklığının rant ve talancı yüzünü deşifre etmeye devam edeceğiz, Türkiye’nin batısındaki dostlarımızdan da bölgedeki ekolojik tahribatların sermaye birikimi ve güvenlikçi politikalarla bağlantısını daha fazla bilince çıkarmasını bekliyoruz.
- Son dönemde bölgede yoğun bir şekilde ormanların yakılması olayı söz konusu. Doğaya dönük bu denli saldırıların güvenlik kaygısı ile gelişen savaş konseptinin bir parçası olduğunu düşünüyor musunuz? Esasen nedir?
Yaz aylarında bölgede orman yangınlarında artışa hep beraber tanıklık ediyoruz. Bazı orman yangınları insan faaliyetlerinden çıkarken, bazıları iklim değişiklinden kaynaklı sebeplerden kendiliğinden çıkmaktadır. Ama yangınların çıkış sebebi, yangınların çıktığı bölgeye baktığımızda birçok yangının sebebinin çatışmalardan kaynaklandığını görebiliyoruz. Çatışmaların durduğu 2013-2015 yılları arasındaki bölgedeki orman yangınlarına baktığımızda bir önceki senelere oranla çok azaldığını görebiliyoruz. Devletin resmi verileri de bunu doğrulamaktadır. Süren savaştan kaynaklı çıkan/çıkarılan orman yangınlarına “politik orman yangınları” diyoruz. Politik orman yangınları genelde çatışma bölgelerinde, kalekol/karakolların bulunduğu alanlarda çıkmaktadır. Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nin 2015 yılında orman çıkan bölgelerde yaptığı saha çalışmaları sonrasında hazırladığı raporda bu verilere ulaşmak mümkündür. Orman yangınlarının sonuçlarına gelince; Orman yangınları bazen Dersim’de inanç mekanları tehdit ederken, Şırnak’ta Süryani köylerinde geçimlik ekonomilerini sağlayan bağlarını yakmakta, Lice’de hayvancılık faaliyetleri engellemektedir. Köyler birçok yakılma tehlikesi geçirdi. Tüm bunları yan yana koyduğumuzda bölgede güvenlikçi politikalardan kaynaklı politik orman yangınları ile her sene karşılaşıyoruz.
- En son 2015 yılında yine ormanların yoğun bir şekilde ateşe verilmesi durumu söz konusuydu. Avrupa parlamentosundan bir heyet incelemelere geldi ve etkili bir rapor hazırlandı. Daha sonra böyle bir pratik sergilenemedi. Bölgedeki ekoloji hareketlerinin bir eksikliğimi, temelden bilinç yitimi mi yoksa devletin engellemelerimi?
Aslında bu tür etkinlikler devam etmektedir. Ancak savaşın şiddeti artıkça bu tarz etkinlikler görünmez kalabiliyor. 2015’ten sonra savaş şiddetlendi, birçok bölge özel güvenlik bölgesi ilan edildi. Çıkan orman yangınlarına bölgedeki ekoloji aktivistlerinin müdahale etmesi, raporlar hazırlayıp kayıt altına alması, nedenleriyle birlikte doğurduğu sonuçları görünür kılmamız engelleniyor. Güvenlik güçlerinin, yangınları söndürmeye giden aktivistlere güvenliğinizden biz sorumlu değiliz söylemleri var. Orman yangınlarına dair kısık da olsa hala tepkisel eylemlilikler var, raporlamalar var. Ancak tüm bunların sağlıklı yapılabilmesi için yanan/yakılan alanlarda yerinde gözlem ve inceleme yapılması gerekiyor. Birçok alan özel güvenlik bölgesi olduğundan yasaklı ve can güvenliği yok. Bölgedeki derneklerin, sivil toplum kuruluşlarının ve aktivistlerin yerinde gözlem yapma, yangını söndürme talepleri oldu ancak olumsuz cevaplar alındı. Devletin tutumu raporlama, yerinde inceleme etkinlikleri azalmasında başat nedenlerden biridir. Bugün politik orman yangınlarını her platformda konuşabiliyorsak, veriler üzerinde analiz yapabiliyorsak bunda bölgedeki ekoloji mücadelesinin emeği çoktur.
- Yakılan ağaç, tıkanan dere, kurutulan toprak ve kirletilen hava… Tüm bu saldırılar rant temelli mi? Yoksa İdeolojik temeli olan sistematik politikaların sonucu mu?
Ekoloji mücadelesi olarak sadece çevresel yıkımın neden ve sonuçlarını tartışmıyoruz, çevresel yıkımın toplumsal olanla ilişkisini de tartışıyor ve bölgedeki tüm ekolojik meseleleri bu temelde değerlendirmeye çalışıyoruz. Buradan yola çıkarak bölgedeki ekolojik olanın politik yönüne odaklanıyoruz. Ekolojik yıkım ve tahribatların sadece rant temelli değerlendirilmesi indirgemeci bir yaklaşım olur. Doğaya dönük saldırıları rant ile bağını da sorgulayan ama sadece bununla kalmayan, saldırıların toplumsal etkilerine bakınca devletin resmi ideoloji ile uyuşan sistematik politikalar olduğunu görebiliyoruz. Bakın 2016’da Suriyeliler için Kahramanmaraş’ta Alevi köylerinin olduğu bölgeye konteyner kent yapılmaya başlandı. Burada bu örnek üzerinde bir değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyeyim, yapmaya çalıştığım analiz bir mülteci karşıtlığı üzerinden değerlendirilmesin. Burada bahsetmek istediğim konu bir tekerrür. Cumhuriyetin kuruluşunda devletin ‘Türkleştirmek’ istediği coğrafyalara yerleştirdiği insanları hepimiz biliyoruz. Bir asimilasyon politikası aslında. 24 binlik Alevi nüfusuna 27 bin kişinin yerleştirilmek istenmesi amaçlanan şeyin ne olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yani aslında bugün iç Toroslarda yaşanan bu durumda ideolojik temeli olan sistematik bir politikanın ürünü. Burada tekerrür eden meselenin toplumsal yönünün ekolojik değerlendirilmesinin aslında hemen hemen hiç yapılmaması. Konteyner kentin inşaa edildiği alan aslında köylülerin hayvancılık faaliyetlerini yaptığı bir alandı. Ezelden beri yerel halkın geçimlik ekonomilerini yaptıkları meralar konteyner kente dönüştürüldü. Bu politika aslında bir insansızlaştırma projesi. Konteyner kent ile, insanların bin yıldır doğa ile iç içe ekonomik faaliyetlerini sürdürdüğü alana el konulurken, demografik yapı değiştirilmek istenmektedir. Aynı şekilde bu konteyner kent Aleviler üzerinde psikolojik baskı aracına dönüşmektedir. Buradan bu meseleye bakınca bile ekolojik meselelerin sadece rant oldaklı olduğunu söylemek yetersiz olduğunu görürüz. Çok uzatmadan.. Yakın dönemden bir örnek verirsek; Hatay’da çıkan bir yangın söndürülür söndürülmez ertesi gün maden ruhsatı verilmesi sadece rant temelli olabilir mi? Elbette bunda da bir ideolojik politika mevcut.
- Bir yaradan söz etmek istiyorum; Sur… Sur’u insansızlaştırmak, toplumsal belleği, dayanışmayı, sosyal yapıyı ve tarihsel kimliği yok etmek isteyen bir anlayış ile karşı karşıya bugün. Bu tarihi kentin yıkımı için Ekoloji Hareketi nasıl bir yol izliyor? Geç mi kaldık, zamanımız var mı?
Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Ekoloji hareketi kent kavramına toplumsal organik bir oluşum olarak bakarken, kapitalist-neoliberal kentleşme politikalarına karşı durur. Sur farklı kültürlerin ve inançların mekânsal etkilerini yaşayan, birlikte yaşam ve dayanışma pratiklerini yeniden üreten bir kısmen de olsa ekolojik kent kavramına yakın bir yerdi. 2015’te başlayan savaş ve yıkım öncesinde de geliştirilen kentsel dönüşüm projelerine karşı ekoloji hareketi mücadele etmiştir. Kentsel dönüşümün insansızlaştırma, mülksüzleştirme, yerinden etmeye ve neden olduğunu, toplumsal yapıyı tahrip ettiğini kamuoyu ile paylaşmıştır. 2015’te başlayan çatışmalı süreç ile başlayan Sur’daki kentsel yıkım ve talana karşı oluşturulan mücadele hattında ekoloji hareketi en önde yer almıştır. Sur’daki kentsel yıkımı sonuç üzerinden değil de süreç üzerinden değerlendirmekte fayda var. Sur için verilen mücadele devam etmektedir. Bu mücadele kentin diğer demokratik kitle örgütleri ile beraber hareket etmektedir.
Durkheim’ın toplumsal düşüncesinin en temel özelliği, toplumsal fenomenlerin sui generis olarak değerlendirilmesine atfettiği merkezî önemdir. Durkheim, toplumsal olayların biyolojik ve psikolojik nedenlerle açıklanmasını kategorik olarak reddeder ve dikkatini toplumsal olayların toplumsal belirleyicileri üzerine yoğunlaştırır.
Organik dayanışma ise bireyler arasındaki benzerliklerden ziyade farklılıklardan kaynaklanır. Bu dayanışma türü iş bölümünün neticesidir. Peki, iş bölümü neden ve nasıl doğar? Durkheim’a göre neden ve sonuç bağdaşık (homogène) olmak zorundadır. Yani toplumsal bir şey olan iş bölümünün nedeni de toplumsal olmalıdır. Bu durumda iş bölümü psikolojik (mutluluk arayışı) veya ekonomik (refahı artırma amacı) nedenlerle açıklanamaz. Eğer iş bölümü mutluluk arayışının sonucu olarak ortaya çıksaydı modern dönemde insanlar daha mutlu olurlardı. Hâlbuki Durkheim söz konusu çağda intiharlarda önemli bir artış olduğunu gözlemlemiştir. İş bölümü, toplumsal hacmin ve ilişkilerdeki yoğunluğun artmasıyla doğmuştur. Yani bir yandan belli bir alanda yaşayan insanların sayısı (nüfus) artmış, diğer yandan ve buna paralel olarak da bireyler arası ilişkiler çoğalmıştır. Özetle, organik dayanışmaya neden olan iş bölümü, toplumsal bir fenomendir ve ortaya çıkışı toplumsal nedenlere (nüfusun ve ilişkilerin artması) bağlıdır.
- UNESCO`nun on kriterinden dokuzunu yerine getirmesine rağmen Korunmaya alınmayan o belleğin yitimine gelmek istiyorum şimdide; Hasankeyf… Buradan bir dönüş mümkün mü? Çalışmalarınız sürüyor mu? Özeleştiri ihtiyacı hissediyor musunuz?
Hasankeyf UNESCO’nun belirlediği 10 kriterden 9’unu karşılayan Dünya’daki tek yer. Hasankeyf’in UNESCO’ya alınması için ulusal ve uluslararası bir eylem-etkinlik yapılmıştır. Ancak UNESCO devletlerarası kurulan bir kurum. Bundan kaynaklı devletin ilgili kurumunun başvurusunu dikkate alıyor. Zaten UNESCO’nun Hasankeyf için verdiği birçok cevapta devletin resmi bir başvurusu olmadığı için listeye alınıp/alınmaması durumunun söz konusu olmadığını açıklamıştır. UNESCO’nun Sur ve Hasankeyf’teki pratikleri bile bu kurumun doğal ve kültürel varlıklara dair bir politikası ve derdinin olmadığı açığa çıkacaktır.
Bir önceki soruda nasıl ki Sur için bitmemiş bir süreç varsa aynı durumum Hasankeyf için de geçerli. Hasankeyf mücadelesi merkezine tarihi Hasankeyf ilçesinin sular altında kalmasını önlemeyi almışsa da bu mücadele farklı bir boyut kazanmıştır. Bu mücadele bir bütün olarak Dicle Vadisi’nin savunulmasına dönüşmüştür. Dicle Vadisi mücadelesi, Ilısu Barajı ile sular altında bırakılmak istenen hakikate karşı bir hakikat arayışıdır. Bu hakikat arayışı, barajın güvenlik politikaları ile bağlantısı, yarattığı toplumsal, ekolojik ve kültürel etkileri, su üzerinden kurulan tahakküm gibi birçok konuyu kapsamaktadır. Tüm bunların bilince çıkarılması gerekir. Sadece buradan bile bakınca bitmemiş bir mücadele var karşımızda.
Özeleştiri noktasına gelince… Hasankeyf mücadelesi 1980’li yılların sonlarına doğru konuşulmuş, 90’lı yıllarda kısmen de olsa bazı pratikler yaşanmış, 2000li yıllarda bu mücadele kurumsallaşmış ve uluslararası bir boyuta taşınmıştır. Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi 2006 yılında kurulduğunda 86 kurum ve aktivistlerden oluşuyordu. Mücadelenin ilk gününden günümüze kadar birçok kurum, kişi bu mücadelede yer almıştır. Benim tüm bu kurumlar ve kişiler adına özeleştiri vermem doğru olmaz. Ancak şunu net bir şekilde söyleyebilirim. Hasankeyf için kurumlar düzeyinde bir özeleştiriye ihtiyaç var. Bu özeleştiriyi de sadece geçmiş sürecinden yapmamak gerek. Özeleştiri, pratikle verilirse yerini bulur. Özeleştiri, geçmişin pratiklerinden dersler çıkarılması, geleceğe dair pratikler geliştirilmelidir.
- Ekolojik Mülteci kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Mevcut ‘güvenlik barajları, HES ve Santrallerden sonra tahmini bir göç rakamınız var mı?
Ekolojik mülteci kavramı aslında küresel iklim değişikliği üzerinden konuşulmaya başlanmıştır. Yaşanan “doğal felaketler”den kaynaklı insanların zorunlu bir şekilde göç etmesi üzerinden bu kavram konuşulmuştur. Ancak bu tanımlamanın yetersiz olduğu görüşündeyiz. Sistemin yarattığı ekolojik yıkımlardan kaynaklı insanların zorunlu yerinden edilmesi de aslında ekolojik mülteciliktir. Bugün bölgede süren ekolojik yıkımlardan kaynaklı göç etmek zorunda kalan insanlar da aslında ekoloji mültecidir. Zorunlu bir şekilde yerinden edilen insanların sayısına dair tam veri veremiyoruz. Bu zorunlu göç Şark Islahat Planı uygulamalarından günümüze kadar devam etmektedir. Tam veri verememizin diğer önemli hususu verilere ulaşmada yaşadığımız sıkıntılardır. Sadace Ilısu Barajı’nda devletin verilerini göz önünde alırsak yapılan çalışmalarda/anketlerde 100bin civarında insan göç etmek zorunda kalmıştır. 2015 Yılında başlayan ve kentlerin yıkılması ile sonuçlanan süreç de aslında bir ekolojik yıkımdır. Bu savaştan 400 bin kadar insan göç ettiği raporlaştırıldı.
- Son olarak, Agit bir cümle kursa dereler özgür akacak, dağlar yeşillenecek, barajlar yıkılacak. O cümle ne olurdu?
Şimdi umut; akan derede balık, kök salan ağaçta dal ve bereketli topraklarda filizlenen bir başak, bugün yarın ve daima…
Êgit Özdemir Kimdir?
Başta Ilısu Barajı olmak üzere yurtiçi ve yurtdışında ekolojik kırıma karşı birçok panel, organizasyon ve konferans düzenleyen, Mardin Ekoloji Hareketi aktivisti, hala Mardin’de yaşayan Êgit Özdemir, aktif olarak ekoloji mücadelesini sürdürmekte.
BATMAN