Yirmi yedi saniye, sadece yirmi yedi saniye. Zaaflarıyla üst üste yığılmış çağların dış kabuğundan çatlaması, kötülükleriyle birbirine zincirli zaman katmanlarının kendi içine yarılıp göçmesi için yirmi yedi saniye yeter de artarmış meğer. Bir çocuktur oradaki, yağmurun inancı, fırtınaların coşkusu, şimşek kesiği göğün kahkahası. Konuşurken havalanan sabırsız parmakları gökten birkaç rengi karıştırıp çalıyor. Biri, gökkuşağıyla birlikte çöllerin üzerine bir deniz çiziyor, dalgalanan denizin üstüne yükselen bir dağ serpiyor bir başkası.
Orada durmuş, bekliyor. Kaç bin yıllık rüyaların içinden yıkanarak geçmiş biri gibi bakıyor. Toprak rengi, dağ yeşili, çöl dinginliği, deniz derinliği gibi. Az önce yıkanıp arınmış tüm bir tabiat gibi duru ve tertemiz bakıyor. Kök saldığı yerde, hiç dinlememiş bir ağacın gücüyle tutunuyor. Ölümün yaşam kılığında dolaştığı topraklarda o bir Kürt isimsizliği, bir Asuri yitikliği, bir Süryani inleyişi, bir Ermeni tedirginliği, bir Keldani sessizliği. Bütün dillerin birbirinden yediği, birbirinden içtiği, birbirinden soluduğu kadim bir şiirin içinden fışkıran, “önümüzdeki yirmi yedi saniye içinde benim tanrım sizsiniz” dedirten o delicesine direncin sönmeyen ışığı.
Yakınlığı, insanı hayatta kalmaya yüreklendiren her şeyin sıcak renkleri. Bir şeyler söylüyor, bir şeyler gösteriyor, yılgınlığına yıkık bir halkı tutup kaldırmaya, daha yüksekten bakmaya, görülmemiş olanı daha geniş görmeye, işitilmemiş olanı işitmeye, tanıklığa çağırıyor. Gecenin dokunuşu gibi, sabahın uyanışı gibi, suyun akışı gibi, baharın ilk sıcaklığı gibi. Öyle inançlı, öyle inatçı. Sol yanından yarıyor çölleri, sadece sevdiklerinin ölü saçlarını okşarken çaresizliği tanımış elleri. Yüzü, umarsız kumlarda serpilen bir düş çiçeği. Alnı, yükselen güneş, kısılan gözleri patlamaya hazır iki ateş küresi. Çocukların uykularında göç ettiği olağanüstü efsanelerin içinden geliyor sesi. Duraklamaları, atını gömmüş bir eski zaman savaşçısının nefes alıp verişleri.
Issız çöllere düştüysen ve sırtını vereceğin dağa uzak kaldıysan çaresi yok kendi yüreğinden bir dağ yapacaksın, inancından sarp kayalıklar. Doğduğu günden beri bu anı beklermiş gibi bakıyor. Hangi uzak yollardan, hangi bilinmez çağlardan gelmiştir? Hiç dinlenmiş, hiç uyumuş mudur? Kim bilir, belki de gülmüştür bir keresinde. Karşıda ürkmüş ölüm. Kıpırdamadan sırtını verdiği dayanıksız baraka, bir zamanlar güvenle yaslandığı dağlar gibi, müziği derinden gelen granit sarkıtlar gibi. İçindekiyle birlikte yükseliyor sarışın çöl, titreyen kum, önünde iki büklüm inleyen tül mavisi gök.
Yirmi yedi saniye, sadece yirmi yedi saniye. Çökmüş bir dünyanın arka bahçelerini, iflas eden darmadağın insan zihnini, zamanın paramparça ruhunu görmek için yirmi yedi saniye uzun, çok uzun bir zamanmış meğer. Destanını sırtlayan bir çocuktur oradaki, güneşin onda yumup gözlerini onda açtığı altın rengi şafakların düşü bir çiy damlası. İsmi, meşe kokulu bütün dağlarını, yakılıp yıkılmış bütün şehirlerini dolaşarak onurlandırmış bir başka çocuk serinliği. Yattığı mezardan, yalnızlığının büyüklüğüne şehadet etmek için ibadet ve tapınma dolu başını kaldıran bir şairin esrik sesi miydi olanca ateşiyle onu kavrayan: “Hangi solgunluk vuruyor, yeraltı ırmağı, hangi damar kopuyor ki sende, yankılanıyor yeryüzünün tüm ölü ruhlarını ayaklandırarak?” Zaloğlu Rüstem bir daha dönmezmiş, bir başına ordular kırıp geçiren gücü tanrılara denk Aşil masalından çıkıp gelmezmiş, son karanlık çağın vahşi kasırgalarını yıldıran şu yaman yürek de kasvetli ruhları eğlendiren bir söylenceymiş! Öyle mi gerçekten!
Ama orada işte. Bastığı anda ayaklarının altında çöllerin yeşerdiği yerde. Bir başına ve kendi yalnızlığına çoğalarak. Bire yirmi, bire elli değil, bire milyonlar vermiş bir başak uykusuzluğu. Ve biliyor, az ötede servet avcıları, itibar toplayıcıları, mezar soyguncuları, zaman düşkünleri bekler mezar taşlarını.
Çok geçmedi. Vaktiyle çölleri yeşerten, şimdi dağları çöle dönüştürmek için geleni bekliyor. Üç dakikada kavmini terk eden, masal ülkesini teslim eden konuşuyor: “Üç dakika…” Yüzü, soyunun acınası tarihi, upuzun bitmek bilmeyen ihaneti. Uykusuz çocuk yine orada ve yine izliyor. Ama yüzüne yerleşen kederli tebessüm bu kez yalçın kayaların, kadim dağların yüreğinden.