Seçimlerin belki de en çok tartışılması gereken boyutu kapitalist dönüşümün kitlelerde yarattığı sosyopolitik-kültürel dönüşüm, bu dönüşümün ekonomik-siyasi-örgütsel altyapısı ve devrimci politikaya nasıl tercüme olduğudur. Bunun hemen yanında da sürecin devrimci örgüt ve kadrolara yansıması durur.
Bugün hepimiz kitlelerin de burjuva siyasetin de daha fazla sağa kaydığından bahsediyoruz. Yine hepimiz bu gerçeğin bir anda olup bitmediğinin de farkındayız. Dahası moda deyimle “kendi mahallemizdeki” örgütsüzlüğümüzün sonuçlarıyla yüz yüze gelmiş durumdayız. Meselenin analiz yapmak olmadığını da biliyoruz.
Fakat yine de işin bir yanını “analiz” oluşturuyor. Ne yaşandığını nedenleriyle birlikte anlamaya çalışmak aynı zamanda ne yapmak gerektiğinin de ipuçlarını verir sonuçta.
Sözkonusu dönüşümün sıçrama noktası olarak bir tarih zikredilecekse 2000’lere işaret etmek yanlış olmaz herhalde. Hatta ‘90’ların son yarısına… Sistemin hem ekonomik hem de siyasi olarak ciddi bir krizle sarsıldığı dönemlerdi o dönemler de. Kapitalist birikim kendisini ideolojik-siyasal-örgütsel-kültürel bütünlüğü olan bir eksende yeniden inşa etmek zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. O zamana kadar en diri dinamikleri oluşturan emekçi memur hareketi, öğrenci gençlik hareketi ve işçi sınıfının nispeten örgütlü kesimleri açısından ‘80’lerin sonunda başlayan, ‘90’ların ilk yarısında yükseliş biçiminde seyreden, ama ‘96’dan başlayarak yavaş yavaş inişe geçmeye geçen bir mücadele eğrisi söz konusuydu.
2000’lere gelindiğinde alışılmış biçimlerin tıkandığı, örgütlerin ve kadroların hayli yorulduğu bir eşiğe dayanılmıştı. Sistem tam da bu noktada baskı ve zulüm politikalarını tırmandırdı. En can alıcı noktayı oluşturan hapishanelere yönelik kanlı saldırıların düğmesine bastı. 19 Aralık katliam ve direnişi sınıf mücadelesinin bir tıkanma-yorulma evresinde olduğu, burjuvazinin de bütünlüklü bir atılım yapmak zorunluluğuyla karşı karşıya bulunduğu o kritik kesitte gerçekleştirildi. Devrimciler şahsında aslında devrimci mücadelenin ruhu vurulmak isteniyor, onun gövdesini oluşturan ya da bu potansiyeli taşıyan toplumsal kesimler sindirilmeye çalışılıyordu.
Yanısıra bir devrimci kadro kuşağı, gerek sürecin eziciliği karşısında yaşamda çözülmesiyle gerekse katledilerek adeta biçilmek isteniyordu. Dışarıyla güçlü bir köprü kuramayan, mücadelenin toplumsal ağlarını yaratamayan o görkemli direniş, toplumsal anlamda devrimci olana yabancılaşmanın, uzaklaşmanın kritik eşiklerinden biri haline geldi.
O arada Derviş programında somutlaşan neoliberal yıkım politikaları devreye girdi hızla. Türkiye pazarı dünyadaki emperyalist kapitalist dönüşüm ve işbölümüne de uygun olarak hızlı bir dönüşüm sürecine girdi. Tüketim kültürü ve alışkanlıkları, ideolojik-siyasi-kültürel kuşatmayla birleşerek toplumun içine nüfuz etmeye başladı.
Neoliberal siyasetin o zamanki dili demokrasicilik oyununa göre şekilleniyordu. Sıcak para akışının kesintisizce devam ettiği, toplumsal örgütlülüğün büyük oranda çözüldüğü, en önemlisi militan devrimciliğin “kontrol edilebilir” düzeye doğru geriletildiği bu koşullarda toplumla birlikte devrimcilik de bir dönüşüm, daha doğrusu bozunum yaşadı. Yaşanan dönüşümü anlayıp ona göre politika, araç seti, söylem ve biçimler geliştirmek yerine o “demokrasi” ikliminde ve müdahale edilemez dönüşüm ve farklılaşma anaforu içinde devrimcilik basın açıklamaları sınırına sıkışan bir rutine dönüştü.
‘90’ların o karanlık-zulüm yıllarında kitle içinde yüzen, evlerini sırtında taşıyan, ev ev dolaşan, kitlelerle buluşulabilecek her kanala yolları düşen, en gerici işçi bileşiminin olduğu direniş merkezlerine adeta çadır kuran devrimcilik, sistemin sıkıştırmak istediği çember içinde en başta bu alışkanlıklarını kaybetti. Kitlenin denetiminden, kitleden öğrenmek ve nabzını içerden hissetmekten uzaklaştı. Oysaki değişim bir zorunluluk haline gelmişken, değişmemesi gereken temel biçimler, eyleme tarzları, militanlık ölçütleri değişmemeliydi.
Fakat hiçbirimiz bunu yakalayamadık.
Bu sorun -farkında olunmadan-, ideolojik kırılmalara da kapı araladı. Neoliberal siyaset biçimi, postmodernizm, sınıf eksenini kaybetme hali bir siyaset yapma biçimine dönüştü. Militanlık yaşamın her alanında kapitalizme karşı duruşu, gündelik olana bile bu ruhu sirayet ettirebilmeyi ifade eder. Oysa zaman ilerledikçe kapitalizmin kiri-çamuru-ürettiği alışkanlıklar devrimciliğin ölçütlerini sulandırmaya başladı.
Kürt özgürlük hareketi bu anaforun nispeten dışında kaldı. Ama yaşanan toplumsal dönüşüm ve farklılaşmanın onun tabanını hatta kadro yapısını-siyaset yapış biçim ve araçlarını değiştirmemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bugün Kürt emekçilerin yaşadığı mahallelere gittiğinizde mücadelenin de hayatın da emekçisi olan bir kuşağın yaşlandığını, onların çocuklarının da güçlü manevi-moral değerlere bağlılıklarını sürdürseler de ciddi bir geçim derdine düştüklerini görmemek mümkün değil. Tam da bu noktada Kürt siyasetinin gerek bu ekonomik-ve sosyal gerçekliği gerekse bu gerçeklik içinde sistemin ideolojik-kültürel olarak hangi derinlikte nasıl bir hegemonya kurduğu gerçeğini azımsanmayacak oranda ıskaladığını görürsünüz. Ulusal özgürlük talep ve özlemleriyle ekmek derdini, ideolojik siyasi hegemonyaya karşı ayakları bu senteze basan ve çağın gereklerine uygun biçimlerle birleşen karşı hegemonyayı geliştirmek noktasında bırakılan boşluklar bugün farklı biçimlerle karşımıza çıkıyor.
Parlamenter mücadelenin giderek temel biçim haline gelmesiyse karşı hegemonyanın toplumsal bir örgütlülük içinden geliştirilemediği koşullarda daha ciddi bir çözülmeyle kaşımıza çıktı.
Bugün hepimiz 2000’lerdekine benzer bir eşikteyiz. Ya bu eşiği unuttuklarımız içindeki devrimci-militan ruhu canlandırarak, ama yeni duruma uygun sınıf ve emekçi kitle örgütlenme araçları geliştirerek aşacağız ya da başka bir tasfiyeyle karşı karşıya kalacağız.