Yılmaz Güney, Adana’ya göçmek zorunda kalmış bir Kürt ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi ve babasından öğrendiği Kürtçe türküleri, masalları, hikayeleri, efsaneleri filme çekti. Bu filmler büyük başarı kazandı ve birçok uluslararası ödül aldı
Hüseyin Kalkan
Yılmaz Güney, Adana’da Kürt bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi ve babasından Kürtçe türküler dinledi, masallara, hikayelere kulak verdi. Sinema yaşamında bu hikayeleri filme çekti. Annesi Gule Hanım, Muş yöresinde yaşayan geniş bir aşirete mensuptur. Mustafa Kemal tarafından asılan Cibranlı Halit Bey’in akrabasıydı. Babası kan davası nedeniyle Adana’ya göçen Siverekli bir Kürt’tü. Güney, Kürt kültürü ile büyüdü. Metropole göç etmek zorunda kalan Güney’in annesi ve babası Kürt kültürel motiflerini birlikte metropole taşıdı ve bunu çocuklarına aktardılar. Bu sayede Yılmaz Güney, Kürt kaynağına ulaştı. Kamerayı eline alan sanatçı ilk olarak bunu kendi geçmişine çevirdi. Kürt efsaneleri, eşkıyalık öyküleri ve Çukurova’ya göç etmek zorunda kalan Kürtlerin öyküleri objektifine takıldı. Yılmaz Güney bir sosyalist olarak da Kürt sorununa eğildi. İlk gençlik yıllarından itibaren sosyalizmle tanışan Güney, 70’li yılların sonunda yazdığı siyasal yazılarında Kürt kimliğini ve Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını savundu. Güney’e göre Kürdistan sömürge idi. Ve dört ayrı parçası, dört devlet tarafından sömürgeleştirilmiştir.
Dengbêjler arasında
Yılmaz Güney, oyunculuğun yanı sıra bir süre sonra senaryo da yazmaya başladı. Bu dönemden itibaren Kürt temaları ve Kürt toplumunun renklerinin çalışmalarında yer aldığını görürüz. Ancak bu bilinçli bir seçimden çok, kendiliğinden oluşan bir şeydir. Kürt olan sanatçı, film öyküleri yazmaya başladığında içinde yetiştiği ortamın etkileri ve kültürü bu öykülere adeta kendiliğinden sızmıştır. Kürt temasını işlediği filmlerde yakaladığı şiirsel dili, ilk gençlik döneminde etkilendiği Kürt kültüründe aramak gerekir. Güney, adeta dengbêjler arasında büyümüştür. Bu dengbêjler anası ve babasıdır. Bir de komşuları Yakup. 1978 yılında bulunduğu İzmit Cezaevi’nde kendisiyle görüşen Abdul A. Huseynov’a çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken, bu dengbêjlerin kim olduğuna dair ipuçları verir. “Anam, babam Kürt. Anam, 1. Dünya Savaşı’nda Rus ordularından kaçan zengin bir aileden geliyor. Babamsa, tam tersine, alabildiğine yoksul bir aileden. Annem, ben ve Leyla, kaç kez Yenice’den Adana’ya yürüyerek gitmişizdir… Annem yol boyunca ağlar, hüzünlü bir takım Kürtçe şarkılar okurdu. Kız kardeşim de ben de anadilimizi pekiyi bilmiyorduk, ama yine de annemizin gözyaşları içinde dinlediğimiz şarkılarını anlardık…” Abdul A. Huseynov’a sanat hayatına nasıl başladığını anlatırken de şunları söyler: “Babam da annem gibi Kürt şarkılarını çok güzel söylerdi. Saz da çalardı. Yoksul komşularımız, sünnet düğünlerinde babamı çağırırlardı. Babam beni de götürürdü yanında ve ben büyük zevk alırdım onun çalıp söylemesini dinlemekten. Annem uzun kış gecelerinde birbirinden ilginç birtakım Kürt masalları anlatırdı. Bazı akşamları evimiz konu-komşuyla dolardı; bıraksan herkes sabaha kadar oturup annemin masallarını dinlerdi. Bu masalları kağıda geçirmiş olmayı çok isterdim, ama o sıralar yapamazdım bunu. Köyümüzde Yakup diye yaşlı bir adam vardı; çok güzel saz çalar, türkü söylerdi. Dost olmuştuk Yakup’la, bana şiir yazmayı öğretmişti.” (Abdul A. Huseynov, Yılmaz Güney, Yaşamı-Sanatı, s.14, Gölge Yayınları, 1990) Umut’daki Cabbar, büyük ölçüde babasıdır. Sürü’de ise, trende Kürtçe türkü okuyan dengbêj, Yenice’deki Yakup’tur belki. Bir Kürt efsanesini anlatan “Seyyit Han”ın öyküsünü “Soğuk bir kışı günü” annesi anlatmıştır küçük Yılmaz’a. “Hudutların Kanunu” ve “Ağıt”, yoksul Kürt köylüsünün günlük yaşantısıdır. “Yol”, 12 Eylül karanlığında ülke insanlarının direnişin eşiğinde olduğu günlerin öyküsüdür.
Yazar ve oyuncu
Yılmaz Güney, bir söyleşide şunları söyler: “Kırsal bir bölgede doğdum. Ailem yoksul köylüdür. Aynı zamanda da Kürt’tüler. Dolayısıyla, kırsal ideoloji ile esas olarak temelde burjuva ideolojisi olan köylü ideolojisiyle şartlandım. Fakat yoksul köylüler içinde doğup büyümek, özellikle de ezilen bir ulusun, Kürt ulusunun bir parçası olmak görüşlerimi etkiledi. Ve bu etki beni bir şeyler aramaya itti. Ne olduğunu bilmiyordum. Adının ne olacağını bile bilmiyordum, ama bir şeyler arıyordum işte.” Sinemayla ilişkisi ise Adana’dan beri çalıştığı Dar Film Şirketi’nin, sinema makinaları satışının yanı sıra, film yapmaya karar vermesiyle fiilen başladı. Fiilen başladı diyoruz, çünkü daha Adana yıllarında sinema ile ilgiliydi. Nevşehir Cezaevi’nde yattığı yıllar, Güney için sessiz bir dönüm noktasıydı. Bu dönüm noktasını simgeleyen olay, bu cezaevinde yazdığı “Boynu Bükük Öldüler” adlı romandır. Bu roman konu ve üsluptan çok, Yılmaz Güney’in köklerine dönüşün başlangıcı olması açısından önemlidir. İlk öykülerinde kent insanını ve ilişkilerini anlatan Güney, “Boynu Bükük Öldüler”de kıra yönelir. Yılmaz Güney’in bu romanda anlattığı, çeşitli nedenlerle ülkesinden kopan Kürt insanlarıdır. Feodal, neredeyse köleci ilişkiler içerisinde ağanın topraklarında yarıcı ve kiracı olarak çalışan insanlardan biri de Güney’in babası Hamit Pütün’dür. Güney, 11 Aralık 1962 yılında hapis cezasını bitirdi. Sürgün cezasını Konya’da tamamladıktan sonra tekrar, sinemanın kalbi olan İstanbul’a döndü. Bir röportajında, o zamanlar Yeşilçam sinemasında kral olarak nitelenen Ayhan Işık’a nazire olarak “O kralsa, ben de çirkin kralım” dedi. O günden sonra magazin basını tarafından Çirkin Kral diye anılmaya başlandı. Kendi öyküsünden çekilen “Hudutların Kanunu”, senaryosunu yazıp oynadığı “Seyyit Han”, “Aç Kurtlar” ve uluslararası başarı kazanan “Umut” Yılmaz Güney’in iyi bir oyuncu olarak yarattığı olanaklardan yararlanarak çektiği filmlerdir. Güney, 12 Mart faşizminin karanlık günlerinde Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinde de sakladı. 17 Mart 1972 tarihinde THKP-C üyelerine yardım ve yataklık yapmaktan tutuklandı. Selimiye Cezaevi’ne kondu.
‘Özgürlük ve bağımsızlık sorunu’
Daha önce çeşitli filmlerde Kürtlere özgü temaları işleyen Yılmaz Güney, Selimiye günlerinden sonra daha bilinçli olarak kamerayı Kürtlere yöneltti. Bu dönemin ürünleri “Arkadaş” ve “Endişe” filmleridir. Güney, “Endişe” ile “Adana’ya pamuk toplamak için gelen yoksul Kürt köylülerine ilişkin bir film” yapmayı planlıyordu. Bu film çalışmaları sırasında MHP’li bir savcı ile girdiği tartışma sonucu savcının ölmesi üzerine film çalışması yarım kaldı ve Güney tekrar cezaevine girdi. Bu dönemin ürünleri olan “Sürü”, “Düşman” ve “Yol” büyük yankılar yarattı, uluslararası ödüller kazandırdı. Güney, 1982 yılında Türkiye’den kaçtı, Fransa’ya yerleşti. Bu yıllarda Türkiye’de çekilen “Yol” filminin kurgu çalışmalarını yaptı, Türkiye cezaevlerindeki durumu anlatan “Duvar” filmini çekti. Paris Kürt Enstitüsü’nde kurucu üye olarak görev aldı. 12 Eylül faşist yönetimine karşı uluslararası çapta kampanyalar düzenlenmesine önayak oldu. 1984 yılında Paris’te öldüğü güne kadar bu faaliyetlere önderlik etti. Paris Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği Newroz’da yaptığı konuşma Kürt meselesinin Yılmaz Güney için sadece filmlere konu edilecek kültürel-folklorik bir konu olmadığını, meseleye siyasi bir perspektiften baktığını ortaya koydu. 1983 yılında Paris’te düzenlenen Kürt kültür şenliğinde yaptığı konuşmayı Kürt gazeteci Mahmut Baksi şöyle aktarır: “Kürt sorunu, bildiğiniz gibi, bir kültürel baskı sorunu değildir. Kürt sorunu bir bütün olarak, bağımsızlık ve özgürlük sorunudur” diyordu. Ve ekliyordu: “Yaşasın Birleşik, Bağımsız, Demokratik Kürdistan…” (Kürt Gözüyle Yılmaz Güney, Mahmut Baksi, Zél Yayınları 1994, s.80) Sonuç olarak Yılmaz Güney’in bu bakış açısı hem sinemasal hem siyasal düzlemde Kürt sorununa bakışını belirledi. Ona göre Kürt sorunu siyasi bir sorun, bir bağımsızlık ve özgürlük sorunuydu.
Bir efsane olarak Yılmaz Güney
Ahmet Kahraman, Yılmaz Güney ile ilgili yazdığı kitaba ‘Yılmaz Güney Efsanesi’ ismini koymuştu. Güney, hem sinemada hem siyasal yaşamda unutulmayacak izler bırakarak veda etti. Güney tek yönlü bir sinemacı değildi. Oyuncu olarak girdiği sinemada senarist, yönetmen olarak önemli filmlere imza attı. Ama Güney’in bütün çalışmalarını tespit etmek mümkün değildir. Bazı senaryolarını takma isimlerle yazmıştır, yönettiği bazı filmlere yapımcılar yönetmen olarak kendi isimlerini koymuşlardır. Güney, 114 filmde oyuncu, 26 filmde yönetmen, 15 filmde yapımcı, 64 filmde ise senarist olarak yer aldı. Güney, oyuncu ve senarist olarak yarattığı imkanlarla Kürtleri konu alan kendi sinemasını yarattı. Güney, sinema yaşamında birçok ödül aldı. Onun dünya çapında tanınmasına sağlayan ise ‘Yol’ oldu. Yol, 1982 yılında Cannes’da Altın Palmiye ödülünü aldı. Güney, “(Yol)’un Senaryosunu cezaevinde yazdım. Yarı açık cezaevinden izinli olarak çıkan mahkumların, bir haftalık serüvenini konu alıyordu senaryo. Ve ben bu bir haftalık gösteri ile Türkiye ve Kürdistan’ın panoramasını çizmek istedim” (Mahmut Baksi, age, s.50) diye anlattı filmini.