Tacim Çiçek
Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney için diyor ki: “Yılmaz, çok zeki ve çok yönlü bir çocuktu. Bir taraftan dergi ve gazetelere hikâye yazıyor, bir taraftan da sinema dünyasında çalışıyordu. Senaryo da yazıyordu. Sinemayı çok seviyor, sık sık bize geliyordu. Kısa zamanda aileden biri oldu. Bir dediğimizi iki etmezdi. Çok iyi bir sinemacı olmak istiyordu. Dar Film’de çalışıyordu. İzin aldı. Bizimle çalışmaya başladı. Yetenekliydi, girişkendi. Bu Vatanın Çocukları filminin senaryo taslağını yazıp getirdi bir gün. Böylece beni ve Yaşar Kemal’i devre dışı bıraktı diyebilirim. Bu filmde yönetmen yardımcısı ve oyuncu oldu. İkinci filmi olan Alageyik’te de hem başrol oyuncusu, yönetmen yardımcısı ve senaryoya katkı yaparak senarist oldu. Tabii ‘medya’ şimdiki gibi etkin ve yaygın değildi, ama yine de Yılmaz Güney biraz da olsa ünlendi. Davet edildiğimiz yerlerde kapıda bizi karşılayanlara, bir elini şöyle (böğrüne koyarak ve öne eğilerek) yaparak, ‘beyler mütevazı olmaya gerek yok ben Yılmaz Güney’im’ derdi. Bozulurduk. Bizi küçük düşürdüğünü sanıp sık sık uyarırdım. Tanıştırmayı, yeri geldiğinde yapabileceğimizi söylerdim ona, ama o aynı şeyi yinelerdi… Yıllar sonra Yılmaz’ı anlıyorum. Ve yaptığının da görgüsüzlük olmadığını… Çünkü o, ta o zamanlardan şimdiki sinemacı, sanatçı, aydın gibi -bu bağlam da Yılmaz’ı çok yönlü olarak söyleyebilirim- şeyler olacağını hesapladığı için mütevazı olmamış. Ona daha çok kulak veriyorum artık.”
Çoğumuz Yılmaz Güney’i daha çok oyunculuğu ile (Çirkin Kral olarak ) tanıdık. Oysa Y. Güney’i sanat dünyasına sokan ilk şey onun yazılarıdır. Bu yüzden Yılmaz Güney, her şey olabilmeyi başarabilmiş ender insanlardan biridir. Aktardığın anekdotu dostum ve arkadaşım Bora Alagöz’den duydum. Aktaran Atıf Yılmaz deniliyor, ama Atıf Yılmaz’ın sinemayla ve sinemacılarla ilgili anılarında okuduğum kadarı ile rastlayamadım buna. Bu anonim bir dillendirme de olabilir. Çünkü halkımız bazen çok sevdiği ve baş tacı ettiği kişilere böylesi güzellikler katar. Böylece onu yüceltir. Bir örnek vermek gerekirse, N. Hoca ile Timur arasında bir asırdan fazla bir süre vardır, ama fıkralarda ikisi karşı karşıya getirilmiştir. Bu da böyle bir şey olabilir diye düşünüyorum.
Yılmaz Güney, özgün sözcüğü ile örtüşen ve bütünleşen bir insandı. Yazdıklarını yaşadıklarından soğurmuş, soğurduklarını kamera karşısında canlandırarak perdeye aktarmış kaç insan var; ülkemizde değil dünyada? Adana’dayken hikâyeler yazmaya başlamış. Edebiyat dergilerini izlemiş. Hikâyeciliğe güvenmiş. Bir yandan da senaryo hikâyeleri yazmış. Çok az da olsa şiir üretmiş. Lise yıllarında yazdığı hikâyelerden biri yüzünden 19 yaşında mahkûm olmuş…
1956 yılında liseyi bitirmiş. Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırmış. Okulu bırakmış ve İstanbul’a gelmiş. Dar Film’de işe başlamış. Edebiyata daha sıkı sarılmış. Edebiyattan aldığı gücü iyi kullanmış. Kısa zamanda isim yapmış. Senaryolara yazarlık gücünü katmış ve kendi oyun karakterine uygun değişiklikler yapmaya başlamış. Atıf Yılmaz’ın yardımcısı olarak Tatlı Bela isimli filmin çekimi sırasında görev yaparken 1961 yılında gözaltına alınmış.
Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri hikâyesi yüzünden bir buçuk yıl ağır hapis, altı ay Konya’da sürgün ve ömür boyu kamu hizmetlerinden yoksun kalma cezasına çarptırılmış. Daha sonraları da sık sık gözaltına alınmış ve tutuklanmış. Mahpus Yılmaz Güney olmuş. On bir verimli yılı gün sayarak geçirmemiş. Okumuş. Düşünmüş. Çalışmış. Roman, öykü, Senaryo, çocuk hikâyeleri yazmış. Film yönetmiş içeriden. Cezaevlerinde kendisini yetiştirmiş. Hikâyelerini, romanlarını, senaryolarını hep cezaevlerinin yaşamlarından soğurmuş. Boynu Bükükler isimli romanını cezaevinde (Nevşehir’de) yazmıştır. İki bölüm olarak düşünülen bu roman Demirtaş Ceyhun’un olumsuzluğu yüzünden ancak 1971 yılında Boynu Bükük Öldüler ismiyle tam olarak yayınlanmış. Bu roman ailesinin öz yaşamıdır bir yönüyle.
Tamamen sinemaya bağlanan Yılmaz Güney 1970 yılında çevirdiği Umut’la taraf olduğu ve dünya görüşünü bu yolla anlatmaya soyunduğunu kanıtlamış. Böylece uluslararası alanda da ünlenmiş. Daha sonra Mahir Çayan ve arkadaşlarına yardım ettiği gerekçesiyle 17 Mart 1972 yılında yine tutuklanmış, mahkûm olmuş. Zamanını okuyarak ve yazarak geçirmeye başlamış. Sinemayla ilgilenirken ikinci plana attığı yazarlık yönünü öne çıkarmaya çalışmış. Ama cezaevinin ağır baskılarıyla karşı karşıya gelmiş. Direnmiş. 20 Mayıs 1974’te aftan yararlanmış. Serbest kalmış. Salpa, Sanık, Hücrem isimli kitaplarını yayımlatmış. Tekrar sinemaya dönmüş. Endişe isimli filmin çekimlerini Adana’da yaparken, arkadaşlarıyla birlikte yemek yerken kendisine sataşıp hakaret eden Yumurtalık Hâkimi Safa Mutlu’yu 13 Eylül 1974 günü öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanmış ve firar edene kadar cezaevinde kalmış.
Yılmaz Güney’in Ceyhan Adliyesi’ne getirildiği hemen duyulmuştu. Ben de onu görmeye çalışan kalabalığa karıştım. Adliyeden çıkarılan Yılmaz Güney’i ilk ve son defa orada gördüm. Müthiş bir duyguydu duyumsadığım, anlatmam olanaksız şimdi, yaşanılması gereken bir şey diyebiliyorum ancak. Yılmaz Güney cezaevinde boş durmamış. Yazmaya başlamış yine. Ankara Merkez Cezaevi’ndeyken 4 Nolu Sübyan Koğuşundaki çocuk tutukluların koşulların iyileştirilmesi için yaptığı eylemi, Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyorum ismiyle romanlaştırmış. Bu eylemi de daha sonra Duvar ismiyle filmleştirmiş. Çocukların eyleminden sorumlu tutulmuş ve Kayseri’ye nakledilmiş.
Siyasi ağırlıklı bir dergi çıkarmış 1978’de. Proleter Devrimci Mücadelede Güney… Çizgisinden pek hoşlanmamış ve eleştirmiş. Bu eleştirisine karşı eleştiriler almış, çeşitli siyasi gruplar tarafından. 1979 yılında 14. sayısı yasaklanmış derginin. Böylece yayınına son verilmiş. Kimi devrimci demiş ona. Kimi Kürt devrimcisi olduğunu kanıtlamaya çalışmış. Yılmaz Güney bunları dikkate almamış. Siyasi yazılar da yazmış ve çeşitli siyasi dergilerde yayımlatmış. Koşullar içerde de yaşaması ve yazması için iyice zorlaşmış. O dönemin yasal haklarından yararlanmış. İzin almış ve cezaevinden çıkmış, ama bir daha dönmemiş. 12 Ekim 1981 günü gizlice yurtdışına gitmiş. İzin ve firar olayı Yol filminde anlatılmış.
Bir ülkeyi değil, dünyayı fetheden Yılmaz Güney birkaç yıl sonra da ölmüş, güzel ve çok yönlü bir sanatçıya hakaret edenler, erişemediği ciğere “pis” diyen kediciklerdir. Ve bu kedicikler bilmezler ki güneş balçıkla sıvanmaz. O, hikâyeleriyle, romanlarıyla, yazılarıyla, siyasi görüşüyle, filmleriyle bir külliyattır ve aramızda yaşamaktadır, bunlarla ölümsüzlüğe doğmuştur. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfı ve Güney Filmcilik ile hep var olacaktır. Yılmaz Güney, insana dair olan her şeyi ile insan, militan ve sanatçıdır.
Yılmaz Güney devrimci öze sahipti ve bu yüzden de devrimci bir miras bize.