Bir yıl daha acılarla geçip gidiyor. Bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi; açlık, yoksulluk ve adaletsizliği, şiddeti ve çatışmayı sözcük dağarcığından eksik etmedi.
Hani denir ya bazen, “Bu dünya, bu hayat çok kötü, çok acımasız, çok adaletsiz.” Oysa biliriz ki acımasız, adaletsiz olan insandır, dünya ya da başka şey değil. İnsan düzgünse dünya hali de düzgün olur.
Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği de, kötülüğü de katan bizleriz. Ne yapıyorsak insan olarak biz yapıyoruz. Sonra sorumluluktan ve sonuçlarından kaçmak için ya bahaneler uyduruyoruz ya yaptığımızı haklı bulmaya çalışıyoruz.
Yaşananlar hanidir vicdanımızın terazisine sığmaz oldu. Yarası bir türlü kapanmayan bu coğrafyada barışın mayası tutmadı bir türlü. Yara daha derine indi… Vicdanlar arasına gerilen habis doku giderek kalınlaştı.
Bu kanlı oyunda, bombaların arasında barışın kolu kanadı kırılmış, sesi duyulmaz olmuş. Söylenecek hiçbir sözün adrese teslim edilemediği bir hal bu.
***
Alışılır, anlaşılır şey değil. Ölmek ve öldürmek zorunda değiliz. Hiçbir şey insan hayatından daha değerli olamaz. Hiçbir düşünce, inanç, hiçbir devlet ya da yetki, bayrak ya da toprak, hiçbir öfke, amaç, kurum ya da örgüt insandan daha değerli değildir. Kazanmak istediğimiz hiçbir hak “yaşama hakkı”ndan daha üstün değildir. İnsan hayatını temel almayan, yaşamı siyasetin merkezine koymayan hiçbir sistem ve yönetim de adaletli olamaz. Bu her kesim, her taraf için geçerlidir.
Yazarın dediği gibi tam bir çelişki içindeyiz: “… Alay eder gibi, hem cinayeti mahkum eden evrensel yasaklar koyuyoruz hem de savaşlar çıkarıyoruz. Cinayet dehşetle karşılanıyor ama savaşa değer veriliyor.”
İnsani değerleri hiçe sayarak yalnız kendini düşünen gözü dönmüş yöneticiler başkalarının acıları üzerine inşa etmeye çalışırlar iktidarlarını.
Savaş sözün bittiği yerde başlarmış. Sözün bittiği yerde olmamak için dünya uygarlık tarihi bizlere sayısız barışçıl yollar sunmuştur. Oysa bunca yolu kateden insanlık hala kalıcı bir barış getiremedi dünyaya.
Barışı sağlamanın yolunun savaş ve çatışma politikalarından, şiddetin tırmandırılmasından değil, anlaşma ortamının sağlanmasıyla mümkün olacağını tarih bize her seferinde göstermiştir.
Şunu hiç gözardı etmemek gerekir ki; taraflardan birinin şiddeti karşı şiddeti körükler.
Savaş ölmek ve öldürmenin adıysa barış da yaşamak ve yaşatmanın adıdır. Bu yüzden barış istemek ve bunu seslendirmek herkesin görevi olmalıdır.
İnsanların neden aralarındaki sorunları barışçıl yollarla oturup konuşarak halletmek yerine, silahla, savaşla çözmeyi tercih ettikleri konusunda kafa yormak gerekir.
***
Savaş naraları arasında barışın sesi bile duyulmuyor. Barış, bazıları için bir ütopya, bazıları için içi boşaltılmış bir kavram olarak algılanır oldu.
Tam da böyle bir ortamda anlam kazanıyor barışı dillendirmek. İlk adımı sözden başlatmak gerek. Kısır döngü içindeki tutsak ruhlar rağmına barışa dair cümleler kurmak zamanıdır.
Yaşamak ve yaşatmak adına, insan hayatına, varoluşuna saygı adına söze başlamak adına her kesimin barışı güçlü bir şekilde seslendirmesi gerekir.
Toplumsal gerilimleri azaltmak ve barış ortamının oluşmasına katkıda bulunmak, toplumsal ve siyasal alanda yaşanan çalışmaların çözümünde uzlaşma kültürünün yerleşmesi, yaygınlaştırılması ve derinleşmesi için herkese görev düşüyor. Bunun için ezberlerimizi sorgulamak gerekiyor. Ezber kolaycılıktır, akıl yürütme ve geliştirmede yaratıcı değildir.
Ateş olup yakmamak için, bomba olup yağmamak için, savaşı emziren bütün damarları tıkamak için, göç, açlık, yoksulluk dememek için, şiddeti yaratan tüm sebepleri yok etmek adına sesi ve sözü yükseltmek zamanıdır. Şairin deyişiyle söylersek: “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir barıştır.”