Bu yıl iki önemli olayı öne çıkartmak hatalı olmaz: Deprem ve başkanlık seçimleri. İkisi de ülkeyi fazlasıyla sarstı. Deprem sonrası verilen sözlerin hiçbirisi yerine getirilmedi. Bu şaşırtmadı, daha önceki felaketler sonrasında da verilen sözler tutulmamıştı.
Esas önemlisi başkanlık seçimleri sonrası Cumhur ittifakı gücünü yeniledikten ve muhalefetin yerlere serilmesinden sonra işlerin iktidar açısından yolunda gideceği beklentisiydi. Mayıstan beri yaşananlar bu öngörüleri doğrulamadı.
Ekonomide vitrin parlatılmasına rağmen beklenen sermaye akışı gerçekleşmiyor. Faiz farklarıyla oynayarak, bankalara baskı yaparak Merkez Bankası döviz rezervlerini arttırdı. Ekonomi içinden yapılan bu transfer Merkez Bankası’nın döviz görünüşünde iyileşme yaratırken ne sıcak para ne de doğrudan yatırım olarak bir sermaye akışı gerçekleşmedi. Bazı yorumlara göre Merkez Bankası’nın döviz ve Türk lirası olarak rezerv birikimi artıyor ve bunun seçim harcamaları için bir hazırlık olduğu üzerine yorumlar yoğunlaşıyor. Bu yoldan Saray bir seçim daha kazanabilir, ancak seçim sonrası ülkenin düşeceği uçurumun daha da derinleşmesi pahasına…
Siyasal güç dengeleri açısından görünüşe bakılırsa her şey Saray’ın elindedir. Ancak bu bakış sürekli kaynayan bir kazanın varlığını görmediği veya küçümsediği için yanılgı içindedir. Asgari ücret belirlenme tiyatrosu bir kez daha oynanıyor. Emeklilere verilecek ikramiyeler her gün gelen zamlarla çoktan eridi. Mayıs seçim sonuçları sonrasında “boş tencere iktidar devirmiyormuş” düşüncesi haklı olarak yaygınlaştı. Ancak mayıstan beri sofralardan eksilenlerin hızla artmasının siyasette bir karşılığı olacaktır.
Bunun en açık kanıtı son günlerde ortaya çıkan küçük görünen gerilimlerdir. Yeni Şafak’ın Tuzla piyade okulundaki olayları “teğmenler cuntası”na kadar vardırması önemlidir. Bir yandan ordu içindeki güç kavgasının farklı örgütlenmelerle devam ettiği gerçekliğini görüyoruz. Öte yandan olayların gürültüsünü arttırarak zamlarla ezilen kitlelerin acısını uyuşturma aracı olarak kullanılması da olayın bir diğer yüzüdür.
Ancak bu tür gerilimler sık sık tekrarlanınca artık farklı bir yorumu gerektiriyor. Milli eğitim bakanının tarikatlarla ilgili açıklamaları ve okullardaki uygulamalar, DEM Parti vekillerinin etkili bütçe konuşmalarına karşı iktidar vekillerinden öfkeli tepkiler; laik ve muhafazakarlar arasındaki çelişkilere değinen bazı tv dizilerine gösterilen tepkiler; son olarak Anayasa Mahkemesi’nin kararını yenilemesiyle birlikte uykuya dalmış olan “hukuk krizi”nin yeniden canlanması “kutuplaşmanın” fay hatlarında gerilimin yükseldiğinin işaretleridir.
Cumhur ittifakı seçim kazanmasına rağmen iktidarının ayaklarının sağlam olmadığını seziyor. Sık sık ortaya çıkan bu gerilimlerden hareketle Saray seçim ortamında dikkat dağıtma, hedef saptırma oyununu devreye sokabilir. Bu konuda yeterince deneye sahiptir.
Ancak gerilimin zemini yıllardır yaşananlarla ağır da olsa değişiyor. Kurumlarda yaşanan keyfilik, çeşitli yollardan derinleşen toplumsal çürüme, 17-25 Aralık 2013’ten beri “dünya malına tamah etme”nin hızla yaygınlaşması, dini, ahlaki değerleri büyük ölçüde yıpratmıştır. İktidarla kitleler arasındaki ilişkinin dini değerlere dayanan sağlam bağlara dayandığı iddiaları yılların büyük fırtınalarının uğrattığı yıpranmalarla farklı noktalara geldi.
AKP’nin çevresiyle kurduğu bağlar “hasbi olmak”tan çoktandır çıkmıştır. Bağlar çıkar ve paraya dayanıyor. Bunun artık gizlenecek bir yanı kalmamıştır. Dünya malına tamah etmenin çok yaygınlaşan ve alenileşen bu halleri ancak tarikatların koyu inanç kuşatmalarıyla gözlerden değilse bile gönüllerden gizlenmeye çalışılıyor. Bir yanda adaletin keyfilikle yok edilmesi, öte yanda ortalığa saçılmış binbir günahın kutsallıkla, “nas”larla örtülmesi artık bir doyum noktasına yaklaşıyor.
Kemalizmin uzun yıllar “itip kaktığı” siyasal İslam, artık Kemalizmin yaptıklarından daha farklı bir şey yapamayacağını her gün birçok olayla kanıtlıyor. Bu karşılıklı kutuplaşmadan, birbirine çürüyerek benzemeden henüz bir çözüm yolu görünmüyor. Ancak bu yoldan gidilemeyeceği de belli ölçülerde kavranıyor.
2024’ün önceki yılın bir tekrarı olmaması kitlelerin öfkeyle “içe çökmek” yerine dışa taşmasına bağlıdır.