Ariella Aïsha Azoulay*
Aşağıdaki fotoğraflarda görülen viraneye dönmüş manzara, Kasım 1947 (Filistin Paylaşım Planı sonrası) ile Mart 1949 arasında yaşananın, bir savaş değil, çok çeşitli yollarla yürütülen bir politika olduğunun en sağlam kanıtı. Bu fotoğraflarda apaçık görünen politika, bir yıkım politikası: Filistin toplumunun, habitatının ve manzarasının yanı sıra, 19. yüzyıldan 1940’ın sonlarına kadar Yahudiler ile Araplar arasında adım adım inşa edilen, değişen yakınlık derecelerindeki kırılgan işbirliği biçimlerinin yıkımı. Fotoğraflarda gözüken devasa yıkım, bir ölüm kalım savaşının, muharebelerin, varoluş kaygısının sonucu değil. Gereksiz; kasıtlı; dolambaçsız; sistemli; fayda gözeten; amansız; bigâne; önceden planlanmış; kayıtsız bir yıkımdı bu ve başlıca amacı da, nüfusu yeni politik rejim doğrultusunda toplumsallaştırmaktı.
İsrail devleti, kuruluşundan bugüne, Filistinlilerin evlerini hiçbir zorlukla karşılaşmadan yıkmaya devam ediyor. Bu gereksiz yıkım, “özel durumlarda” başvurulacak meşru bir araç olarak anlaşılageldi; bu da yıkımın kendi içinde bir amaç olduğunu gizlemeye yaradı. Yahudi yurttaşları bu yıkımı meşru bir araç olarak görmeye alıştırmak için çok sayıda farklı gerekçe ve mazeret öne sürüldü: Binalar, “terör hücreleri”nin işgali altındaydı; çökmek üzereydiler; Filistin yapıları modern standartları tutturamıyordu; hijyenik değillerdi; göçmenlerin özümsenmesi gerekiyordu; Yahudilerin yerlilerden farklı ihtiyaçları vardı; evleri ayakta kaldığı sürece mültecilerin -1948’den sonra sınırdışı edilen Filistinliler için kullanılan tabirle “köstebekler”in)- her daim geri dönme tehlikesi vardı. Özel ve belirli durumlarda üzerine pek düşünmeden öne sürüldükleri takdirde, bu gerekçelerden bazıları akla yatkın gelebilir ama defalarca tekrarlandıklarında, olsa olsa, dolaysız iktidar, şiddet ve ırkçılık ifadeleri haline gelirler. Bu mazeretler, ihtiyaca göre serbestçe birbirlerinin yerine kullanıldı ve toplu halde, insanların evlerinin acımasızca ve gereksiz yere yıkılmasını, birçoklarının kullanmaya yetkili olduğu elverişli bir araca dönüştürdüler. Bu anlamda yıkım, rejimin suç ortaklarına dönüştürmek istediği Yahudi yurttaşları toplumsallaştırmak; yıkımı kabul edip gerekliliğini teslim etmelerini sağlamak için mükemmel bir araçtı.
Filistinlilerin hayatlarının manzarasından mahrum bırakılması, etraftı saran perişanlıkta kayda geçilmekle kalmadı yalnızca; aynı zamanda, Yahudi yurttaşların habitus’larının temel dayanaklarından biri haline geldi. Yıkım, başkalarının başına gelen felaketi katlanılır kılacak ve genellikle olduğundan farklı gösterecek bir dizi mazeret ve argümanla sarmalandı. Yahudi yurttaşların yıkıma bilfiil katıldıkları bazı durumlar oldu; ama çoğunlukla, bir zamanlar birilerinin evi olan yapıların enkazına bakarken buldular kendilerini.
Bu devasa yıkım, parlak ışıklarla aydınlatılmış bir arenada gerçekleşti; dolayısıyla olanları inkâr etmek ya da (“mültecilerin” halinden “Arap devletleri”ni sorumlu gösterirken yapıldığı gibi) sorumluluğu başkalarına atmak mümkün değildi. Yıkım, yeni bir kelime dağarcığı gerektiriyordu – yaşananların katlanılmaz yanının ayıklandığı, yıkımı normalleştiren bir dağarcık. Yıkımı daha fazla yıkım izledi ve zamanla, başlarda çekinerek de olsa sorulan sorular sorulmaz oldu; cevabı olmayanlar unutuldu gitti. Böyle böyle, yıkım, hortlatmanın hiçbir manası olmayan bir geçmişin parçası haline geldi. Sınırdışı edilmiş ya da ülkeden kaçmış insanların evlerinin yıkılması kimsenin kanını dondurmaz, akıllarda ahlaki soru işaretleri doğurmaz oldu. Mazeret üretmek gibi bir sorun kalmadı; yıkım, manzaranın parçası haline geldi. Enkazın kaldırılmasına herkes yardım etti. Anaokulu çocukları, ilkokul ve lise öğrencileri, işçiler ve gönüllüler… hepsi, ülke inşasında görev aldı. Yıkılan Arap evlerinin enkazının ortadan kaldırılması düpedüz vatan inşasıyla eşanlamlı hale geldi.
Ayn Karim. Ein Karem. Fotoğraf: Werner Braun, JNF Fotoğraf Arşivi, 1 Temmuz 1950. Yahudi Ulusal Fonu’nun (JNF) resmî altyazısı: “Ein Karem Kudüs – Ein Karem’de Kibbutz sanatçı kursu.” Her köyde o kadar çok sayıda bina yıkılmıştı ki, ayakta kalan birkaç tanesi, istisnai birer mücevher gibi görünüyordu. Ülkedeki köylerin büyük kısmı insansızlaştığı veya yok edildiği için, binaların hâlâ ayakta olduğu Ayn Karim geçmiş günleri hatırlatan bir inci gibiydi. Yahudiler çoktan, topraklarından kovulmuş insanların evine yerleşmiş olsalar da, sanatçılar burada “otantik” bir Arap köyüne gelip resim yapabiliyordu. 1970’lerde, lisede resim dersi alırken bize bu manzarayı resmetmemiz söylendiğinde, burası artık bir Arap köyüne işaret etmiyordu. Bizden önce burayı resmetmiş Yahudi sanatçılardan ilham alarak bir Kudüs manzarası çizmemiz isteniyordu.
Salama. Fotoğraf: Beno Rothenberg, İsrail Devlet Arşivi, Nisan sonu/Mayıs başı 1948. Köy çoktan terk edilmiş, sakinleri sınırdışı edilmiş; “Evime kim taşındı?” diye soracak kimse kalmamış. Metruk bir köyün kartpostalı andıran manzarasını bozacak; ufka dek önü kesilmeden uzanan hülyalı görüntünün arka planına girecek hiç kimse yok.
Salama. Fotoğraf: Beno Rothenberg, İsrail Devlet Arşivi, Nisan sonu/Mayıs başı 1948. Bu köyde, ele geçirilmesinden önce 6670 Müslüman ve 60 Hıristiyan yaşıyordu. [İsrail’in ilk başbakanı] Ben-Gurion, ele geçirildikten hemen sonra köye geldi; günlüğündeki nota, köyün Araplardan boşaltıldığını vurgulamak için yaşlı ve kör bir Arap kadından başka tek bir canlı görmediğini yazmıştı.
Yafa/Yafo. Fotoğrafçı bilinmiyor, 1949. Bir gettonun neye benzediği bu fotoğrafta görülüyor. Çitin arkasına hapsedilmiş insanlar, bu sefer kurtarılma ümidiyle, dışardan onlara bakanlara gülümseyip el sallıyorlar. Çitin diğer tarafındakiler arasında, bu manzarayı doğal veya meşru bulan insanlar var.
Hayfa. Fotoğraf: Jim Pringle, Associated Press, Nisan 1948. Fotoğrafta görülen yıkılmış şehir, binaları enkaz olup sokakları kapatan un ufak taşlara dönünceye kadar üç gün boyunca durmadan bombalanan Dresden kentini andırıyor. Bunun da dahil olduğu bir dizi fotoğrafta Hayfa da benzer bir görüntüye sahip. Fakat buradaki yıkım sahnesi Hayfa’daki çatışmalara dair tasvirlerle tutarlı değil; Arap kentlerini yok etmeye, böylece sınırışı edilen mültecilerin geri dönecek bir yerleri olmamasını, kalanların da kendilerini yabancı gibi hissetmesini sağlamaya ahdetmiş bir liderliğin siyasi kararının sonucu bu. Eski Hayfa kentindeki 220 binanın acımadan yıkılışının ardından geriye kalan molozları temizlemek için sayısız işçi günlerce çalıştı. Yahudi işçiler işe yetişemiyordu. Çoğu Hayfalı olan Araplar da onlara katıldı: Her sabah, evlerinden kovulduktan sonra onlar için yeni kurulmuş olan Wadi Nisnas gettosundan kalkıp buraya çalışmaya geliyorlardı.
Al-Yahudiyya. Fotoğraf: Beno Rothenberg, İsrail Devlet Arşivi. Fotoğraftaki göçmenler, İsrail Yurdu İşçi Partisi’nin (MAPAI) yerel şubesine kaydolduklarında, ülkenin işçi hareketinin tamamen dönüştürüldüğünden muhtemelen haberleri yoktu – sınıfa ve işçilerin dünya çapındaki birliğine dayalı bir hareket, ülkenin Arap çiftçi ve işçilerini topraklarından ve işlerinden mahrum bırakan ulusal bir harekete dönüşmüştü. Binaların eşiklerindeki, herhalde Arapça yazılı eski tabelalar bile kaldırılmış, geriye hiçbir iz kalmamışsa, yeni gelen göçmenlerin bir şeyleri fark etmesi mümkün mü?
“Terk edilmiş Arap köyü”. Fotoğraf: Zoltan Kluger, Siyonist Arşivleri, Eylül 1949. Bir köy tamamen dönüştürülüp nüfusu değiştirildiğinde, adını ve kendine özgü eşsiz niteliklerini kaybeder; “terk edilmiş Arap köyü” olarak temsil edilmeye müsait hale gelir. Kalan işi tamamlamak, ilerleme kaydetmek için gençler seferber edilir. Fotoğrafta, İsrail’e gelen göçmenlerin özümsenmesi için “bir Arap köyünün enkazını” temizleyen “Gadna üyesi genç kızlar görülüyor.
Gayri Maddi Kültür Varlıkları
Sonradan İsrail devletinin hükümranlık alanı haline gelen topraklarda bulunan Filistinlilere ait birçok maddi kültür varlığı yok edildi. Güzelim Filistin köyleri (bunlardan bazıları hâlâ fotoğraflarda görülebilir) bombalandı; yıkıldı; yeryüzünden silindi. “Tüm yurttaşlarının devleti” olan bir devlette bu muazzam kayıp büsbütün geri dönüşsüz olmayabilir. Mimari yapılar yok olup gidebilir ama Japon koruma kanununun “gayri maddi kültür varlıkları” olarak adlandırdığı şey varlığını sürdürür ve pratik yoluyla geri kazanılabilir.
Kültür varlıklarına ilişkin olarak maddi ile gayri maddi arasında yapılan bu ayrım, yalnızca nesnelerin değil, özel becerilerin, “yaşayan hazine” denen şeyin de korunmaya değer olduğunu teslim ediyor. Binalar, ne kadar eşsiz olurlarsa olsunlar, her zaman sil baştan inşa edilebilirler; mimari tasarımları ve inşaat malzemeleri yeniden üretilebilir – tabii eğer, onları yeniden inşa etmek için gerekli beceriler hâlâ yaşıyorsa… Dolayısıyla, Japonlar, kültür varlıklarını koruma çabaları kapsamında, yıkılan binaların inşasında kullanılmış olan ustalığın aktarımına da büyük önem atfediyorlar. Öyle ki, Japonlar, sırf yeniden yapmak için yıkabilirler bile böylece, becerileri korunmuş olur. Yıkımın bir fait accompli olduğu ve çoğu beceri ve tekniğin günümüzde yalnızca mülteciler (bu bilginin muhafızları) arasında bulunabildiği İsrail’de, bu tür bir koruma anlayışının benimsenmesi, dünyadaki yerlerini kaybeden mülteciler için bir tazmin ve telafi sürecinin başlangıcını imleyebilir – kaybolup gitmiş fiziksel nesnelerin iadesi anlamında değil; yönetilen nüfusun tamamı için yaşanabilir bir gelecek vaadinin bir kez daha canlanabileceği bir mekân yaratmak için gerekli koşulların geri kazanılması anlamında.
Zamanın akışı bazı binaları ve yapı gruplarını korunmaya değer hale getirdi. Bunlardan bazıları tek tek binalar, bazılarıysa koskoca köyler. Geçmiş geri getirilemez. Keza, köyler de eski halleriyle geri getirilemez. Talep edebileceğimiz tek şey, zamanda ve mekânda farklı bir tür katılım ve işbirliğidir. Yalnızca şimdide ve şiddet tarafından üretilmiş mevcut şeyler temelinde bir işbirliği ve katılım değil, aynı zamanda, geçmişle, ya da, en azından, gelecekte farklı bir katılım ve işbirliği olasılığını yaratabilmek için geçmişi şimdide mevcut kılarak katılım ve işbirliği.
Şiddet yoluyla ortadan kaldırılan çok-katmanlı Filisin mevcudiyeti geri kazanılmalı – mülteciler, evler, camiler, kiliseler, zeytinyağı sıkım makineleri, işyerleri, kentsel doku ve dil. Her şeyi başlangıçtaki yerine geri koyan nostaljik ve imkânsız bir geri dönüşten değil, günümüzün tekboyutlu ulusal manzarasına bir zamanların zengin mevcudiyetinin kazandırılmasından bahsediyorum. Kaçınılmaz olarak içinde yaşadığımız müşterek dünyayı kuran insani beceriler hiçbir zaman salt teknik beceriler değildir. Teknik becerilerden bile daha çok ihtiyaç duyulanlar, genellikle, insanların yurttaşlara dönüşme, dünyada kendi yerlerini bulma ve birbirleriyle işbirliği yapmanın yollarını geliştirme biçimleriyle ilgili becerilerdir. Dünyanın dört bir yanına dağılan mültecilerin çoğu hâlâ hayatta. Filistin mimari stillerinin çoğunu yeniden canlandırmak ve onları Yahudileştirilmiş bir mekânda – devam eden gelişimi için mültecileri dikkate almak zorunda olan bir mekânda- olgular olarak konumlandırmak için gerekli bilgi ve becerileri muhafaza ediyorlar. Bu, tarih mahkemesine sunulacak sayısız iddiadan biri olabilir – Filistinlilerin, mültecilerin, onların torunlarının, ve ebeveynleri tarafından işlenmiş suçun yarattığı hasarı gidermeden İsrail’de hayatlarını sürdürmeyi düşünemeyen Yahudi asıllı İsraillilerin hep birlikte açacakları bir dava.
(1) Gençleri İsrail Savunma Güçleri’nde askerlik hizmetine hazırlayan askerî program – e.n.
Yukarıdaki metin, Ariella (Aïsha) Azoulay’in Scapegoat dergisinde yayınlanan “Architecture of Destruction, Dispossession, and Appropriation” başlıklı yazısının çevirisidir. Özgün metinde yer alan 37 adet fotoğrafın tamamı buraya alınmadı. Ana metin Ayşe Boren, fotoğraf yazıları Derya Yılmaz tarafından çevrildi.
*Ayşe Boren ve Derya Yılmaz tarafından çevrilen bu yazı www.eskop.com’dan alınmıştır.