Gezi olayı çok ilginç bir fenomen. Aslında ne solun, ne klasik muhalefetin işi. Herkesi aslında hazırlıksız yakaladı. Sadece RTE iktidarını değil, Gülen Cemaatini, solu, sözde muhalif CHP’yi, hatta Kürt hareketini hazırlıksız yakaladı.
Aslında küresel bir başkaldırının, Türkiye’de verdiği refleks gibi bir şeydi.
Devrim falan gibi bir şey yapma niyeti olmayan kendiliğinden gelme bir patlamaydı ve güzelliği de buradaydı.
Zaten öyle bir niyet olsa, siler süpürürdü ortalığı.
İlk defa, Türkiye’ye egemen olan “müteahhittokrasiye” yeni, genç bir kuşak “dur” diyordu.
Sırrı Süreyya, yıkım makinaları önünde çok güzel bir eylem yaptı, Tienenman Meydanında tankların önünde duran genç gibi.
Ama barış süreci vardı yine. Kürtler sürece zarar vermemek için geri durdular.
Aslında bölgeye yayılsaydı barışçıl kitlesel tepki, belki eski Diyarbakır/Dikranikert/Suriçi yıkıntı hayalet kente dönüşmeyecekti. Yıkım sırası Şırnak, Nusaybin, Cizre, Yüksekova’ya gelmeyecekti.
Belki müteahhittokrasinin Hasankeyf tarih kırımının, Doğu Karadeniz, Fatsa , İda Dağı, Dersim doğa kırımları da bu kadar kolay olmayacaktı.
Müteaahittokrasi, yıkıp duruyor her yanı. İlkin gariban Roman halkının Sulukulesini yıkmakla başlamışlardı işe. Bir yandan iyi bir “iş” ti. Ama bir yandan da komşu “müminler” rahatsız oluyormuş, İstanbul’un renklerinden biri olan bu güzel, özgür ruhlu halktan.
Müteaahhitrokrasi, Çin’in yükselişi ile dış pazarı kaybedince, iç pazara dönmüştü, devasa makinaları ile.
Hani Osmanlının dış fetih kapısı kapanınca, iç fetihe yönelmesi gibi.
Ciddi toplumsal bir tepki oluşmadı, güzel insan Hacer Foggo’nun koşturmacılarına karşın.
Ardından kent merkezini, yoksul Kürtlerden arındırmaya geldi sıra, Tarlabaşı yıkımları ile.
Hem de süper rant!
Tarlabaşına yıkımına de anlamlı bir tepki gelmedi . Çünkü Sulukuleliler Roman, Tarlabaşılılar Kürt’tü. (1964 tehciri öncesi RUM!).
Mimarlar Odası durdura durdura, AKM’nin yenilenme projesini yasal olarak durdurmayı başardı. Proje, İstanbul Avrupa kültür başkenti olayının parçası idi.
Böylece de AKM’nin ilerde RTE tarafından keyifle yıkmasının önünü açtı.
Sıra Gezi Parkı’na gelinde, aslında AKP iktidarı döneminde yükselen genç kuşak, DUR! Dedi.
Hakikaten durdurmayı başardı da.
Şimdi Osman Kavala/Gezi davası ile bunun intikamı alınıyor.
Avrupa’da yükselen yeni sağ popülizmin boy hedefi Soros, Davos’ta çok güzel bir Trump portresi çizdi. Ne kadar da benziyor bizimkinin portresine. İlginçtir, Osman Kavala davasının da boy hedefi Soros.
Yani liberal düşünce…
Gezi olayına ilişkin onlarca kitap çıktı. Bunlardan biri mahkum oldu. RTE’ye hakaretten! İlginçtir, bu kitap da Gezi olgusuna liberal bir perspektiften bakıyordu.
Özkoray ailesinin ortak kitabıydı bu: “Gezi Fenomeni/Bireyselleşme ve Demokrasi.” İsveççe tercümesi de çıktı. Özkoray, ilk “yeşilfaşizm” terimini kullananlardan.
Erol Özkoray, kesin bir AB’ye duhul olma yanlısı olarak, “İdea” dergisini çıkarmıştı. 28 Şubat askeriyesi rahatsız olup birçok dava açtırmıştı hakkında. Sonunda, halkla ilişkiler şirketleri vardı, iflas etti. Davaların hepsi düşse de sonunda. Basın bu davaları görmezden gelmişti. Onu ‘Boğaziçinin Donkişotu’ diye nitelemiştim.
Özkoray’ın iki kitabının editörlüğünü yaptım Belge’den. “Totaliter Türkiye Çiftliği” (2006) ve “Ordu Ne İşe Yarar?” (2007) İkincisi için soruşturma açıldı. Yine askeriyenin hareketlendiği dönemdi. Ama cesur bir hanım savcı takipsizlik verdi.
2010 yılında Paris’te Sigest Yayınevi, “Turquie: le putsch permanent/Türkiye: Sürekli Darbe” Hoş değil mi, sürekli evrim teorisine alternatif sürekli darbe kuramı!
Askeriye bana karşı da Ermeni konulu 2 kitaptan dava açtırmıştı o dönem. Artık bu konu tartışılabilir hale geldiği halde.
Erol, Vexjö kentinin misafir yazarı olarak İsveç’e gitti Gezi kitabının mahkumiyetinden sonra. Orada da boş durmadı. Harika bir roman yazdı, doğrudan Fransızca. Kitabın başlığı harika: “Déconstruction/ Le nomade d’Istanbul.” Tam müteahhittokrasinin yıkımlarına denk düşen bir başlık. “Déconstruction”, Derrida’dan ödünç alınan bir kavram. Yapı dağıtma, yapısızlaştırma diye de tercüme edilebilir. İnşa etmenin tersi.
Alt başlık ise, “İstanbul’un Göçmeni”. Gazeteci Cem Aren’in özelinde Türkiye’nin yüzyılının öyküsü diye tanımlayabiliriz.
Bu arada, Erol/Nurten Özkoray’ın oğlu Hayri Gökşin Özkoray’ın , Aix-Provence Üniversitesinde kürsü sahibi harika bir genç Osmanlı tarihçisi olduğunu hatırlatayım. Yoğunlaştığı, üzerinde az çalışılmış bir konu olan “Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik.”