Ahmed Arif’in şiirlerinde en acı dize hangisidir, en yürek yakan sözcükler nerededir diye düşündünüz mü hiç? Yıllar sonra fark ettim ben de. “Rivayet sanılır belki” diyor ya hani, tam orası işte. Kafiye olsun diye konulmamış o sözcükler oraya; derin ve acı bir anlamı var. Siz, Kürt’seniz eğer ve evinde pijamayla oturan ya da kahvede çayını yudumlayan insana bir kayanın dibinde 33 köylünün kurşuna dizildiğini anlatıyorsanız, bir tedbir cümlesiyle başlarsınız: Rivayet sanılır belki…
Rivayet sanılır ama gerçekten, öyledir. Biz, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, öyle severiz ki gözümüzün önündekini görmemeyi, görsek de inanmamayı, inansak da kondurmamayı… 80’li yıllarda Diyarbakır 5 No’ludaki zulüm anlatıldığında Aziz Nesin’in “Siz Kürtlerin ne kadar hayal gücü var” dediği söylenir, muhtemelen doğrudur. “Yok canım, o kadarı da olmaz” demeyi severiz çünkü biz. ‘Çürük elma’ teorilerini ve ‘münferit hadise’ kavramlarını buralardan üretiriz. Yaşlı kadınların sırtına sopalarla vurulup yerlerde sürüklenmesi, 10 yaşında çocukların kuş gibi avlanmasını öyle dümdük tanımlayamayız, bir yol buluruz mutlaka. “Her toplumda, her kurumda yanlış yapanlar vardır” zevzekliğini tekrarlarız mesela; bir tanecik devrimcinin yaşlı bir kadına vurduğunu, tek bir Alevinin bir oteli ateşe verdiğini bulup gösteremeyiz ama olsun! Ankara garının önünde ölüler daha ortada yatarken, “Bu saldırı hepimize” diye manşetler atılır mesela. ‘Hepimiz’ kimdir, katillerle nereden ‘hepimiz’ oluyormuşuz, meçhuldür. “Birliğimizi bozmak istiyorlar” denilir; kim kiminle birlikmiş de ne zaman bozulmuş bilmeyiz.
“Dıştan gelen provokatörler” vardır bir de. Bakın bakalım Kılıçdaroğlu’nun linç edilmesinin fotoğraflarına, kimmiş onlar? Mossad mı? CIA mi? Ah, tabii, şirin köyümüzün otantik atmosferini bozmak istemeyiz, değil mi? Yahu, siz bir ülkenin yarısını ‘katli vacip’ ilan ederseniz, bu linç atmosferinin içinde ‘dıştan gelenlere’ neden ihtiyaç olsun? ‘Atmosferin organizasyonu’ varsa, fazlasına ne lüzum var? Sen Dink’in göğsüne kocaman bir hedef tahtası çakmışsan misal, ortalıkta silahsız bir adamı kurşunlayacak alçak mı yok? Sen adama “istediğin kadının sırtına copu indir olmaz bi’şey” demişsen, ‘zamanın ruhu’ böyleyse, vurması için başka sebep mi gerekir?
Ama lazımdır işte o laflar. Bir otobüsün bütün camları indirilse mesela, yapan bizim takımın taraftarları olamaz ki! ‘Bir avuç kendini bilmez serseri’dir onlar; kulüp başkanları fitne fesatla düşmanlık körüklermiş, ne gam?
Gezi sırasında, bir sabah alanı boşaltmak için geldiklerinde, (SDP önünde çatışma çıktığı gün) arkamda biri “Bana bir daha provokasyondan söz edenin…” diye sunturlu bir küfür savurmuştu, hiç unutmam. Haklıydı adam. Çünkü biz, birçok şey gibi, ‘provokasyon’ kavramının da -kibarca söyleyeyim- cılkını çıkardık. “Madımak provokasyonu” diyen solculara rastlıyoruz, ötesi var mı? Neymiş o provokasyon? Adam yakıyor bizi yahu, yakıyor! 1 Mayıs 77’de provokasyon mu olmuş? Çorum, Maraş… Efendim, bunlar ‘darbe hazırlığı’ymış! Aklınıza şaşayım sizin! Bir adım ötesi de şu: Sağcılarla solcuları kışkırtıp kardeşi kardeşe kırdırdılar! Kim kiminle nereden kardeş oluyorsa?
Her tarafta ‘büyük resim’ okuyucuları, her köşede ‘masum vatandaş’ koruyucuları… Arkalarda bir yerlerde, iyice bulutların sislerin arkasında da devlet ve sistem var. Onun da kendisi değil ama. ‘Derin’ yerleri var, fetöcüsü ketöcüsü var, ergenekoncusu bilmemnecisi var; herkes var, asli fail yok! Çubuk’taki olaydan yarım saat sonra linç eden ve linç edilen ‘provokasyon’ ve ‘dış güçler’ kavramlarında nasıl da birleşiyorlar. Çünkü devlet ve vatandaş masumdur! Yahu Akkuzu köyünden Osman abim, atmosferden vazife çıkarmış, ötesi nedir yani?
Ne yapsın Ahmed Arif peki? Ne yapsın? 33 kişiyi kurşuna dizmişler, nasıl anlatsın ki bizim taşkafalarımıza? Biliyor adam bunu, bildiği için de ‘rivayet sanılır’ diye içi titriyor. Ya biz nasıl anlatalım Roboski’nin çocuklarını? Nihat’ı, Kemal’i, Dargeçit’in asit kuyularını, Ankara’yı, Suruç’u?
Yorulduk. Yemin ediyorum yorulduk artık. İnsanlarımızın acısını çekmekten çok, bu acıların suyun öte yakasında ‘rivayet’ sanılmasından, böyle sanılmasın diye yemin billah etmekten yorulduk. Hallarımızı ‘aynı böyle’ yazıyoruz her gün. Daha ne yapalım? Söyleyin, daha ne yapalım?