Köşe bucak bir kaçışma hali herkesin bakışında bir tablo gibi yansıyor. Gördüklerimiz yaşadıklarımızdır diye bir tembih kulaklarımızda çınlıyor sonra. Dilimizde korkuya bulanmış sözler, cümleler ve uyarılar. Bir insanın portresini en iyi kim çizer, en iyi boya nasıl kullanılır, bilinmiyor henüz. Silinen yüzler, yeni yüzlerin yerine geçiyor. Böyle bir dünya herkesin sureti olmaya çiziliyor.
Her şeyden biraz daha, herkesten biraz daha istenirken, eskiyor ve eksiliyoruz. Yetmek illa ki bir şeylere yetişmek değildi. O zamanlar, oraların ve oradakilerin zamanıydı. O yerler oralı olanların mekânıydı. Artık değil, geçip gitti de değil, asla buralara göre değildi. Yine de istemek, özlemek, çağırmak, hayıflanmak elden ele bir umut misali dolaşıyor.
En eski zamanları hatırlamaya gidiyoruz, üstelik şimdiki anın içindeyken. Kendimizi en eski zamanlara göre düşünüyoruz, bugünden kaçtığımızı inkâr ederken. Bazen bu da yetmez ve gelecek günlerin düşlerinde kendimizi görmek istiyoruz. Kaçmak hangi ilk adımla başlardı ve adı nasıl oluyor da gitmenin dışına çıkardı, bilmiyoruz. Hepsi ahir zaman soruları ve hâlâ hepsi de bizimle.
İnsanın kıyıları var, yamaçları var, dalları var ve çukurları da var. Bir ip gibi uzar, uzandığı yerde kendine mezar arar. Başlangıçlara adaplar, sonlara eziyetler, yaşamaya bahaneler bulmanın adına hayat dedik ve bir daha başka bir yere gidemedik. Kendimize iftira atmalar ve iftihar etmeler arasında kararsız adımlarımızla yalnız kaldık.
Dağılıp kaybolan yarınlarımız, hayatın içine karışıp içimizde boşluklar bırakan dünlerimiz, bugünün celladı gibi duruyor. Umduğumuza şaşırıyor, bulduğumuzu şaşırtıyoruz. İstismar edilen yürekler, imtihan edilen hayaller çevrelemişken bizi, gelecek kime gelecek ve kimleri götürecek? Bilinmeyen sorulara ve tahmin edilen cevaplara ipotek edilen hayat, kiminsin?
Başkaldırınca başkalaşan, baş koyunca eskiyen bu medet ummalar belki bir gün bir müjde olup döner dünyalarımıza. Yanı başımızda kıvrılıp yatan umutsuzluklar, çaresizlikler, çıkmazlar, sorular, hepsi birer mermi kadar ölümcül ve o kadar da yaşamsal. İnsan yanını yöresini, ötesini berisini heybesinde zannederken kendini orada önce bulan, sonra da kaybedendir.
Bilginin huzursuzluğu, bilgisizliğin cesareti her şeyi mahcup edebilir de mahvedebilir de. Böylesi bir kuşatılmışlık insanı zamandan dışarı, mekândan yoksun eder. Paramparça edilmiş gerçekler, parlatılmış yalanlar her insanın önünde bir tuzak gibi duruyor. Bazıları hayran hayran bakar, bazıları da hayıflana hayıflana izler. Kederin kadere pusula olduğu bir yerdir burası, buradayız.
Şiddetli bir öfke, delirmiş bir isyan dünyaya düşmeli. Öyle ki düştüğü yerde kendine dağlar, denizler ve ovalar bulmalı, yoksa da var etmeli. Bir de henüz kimsenin dilinde ıslanmamış bir isimle yolunu çizip herkesi peşine takmalı. Göç mü, hicret mi, sürgün mü, artık hangisi olacaksa o, nerede olacaksa orada, kimdeyse onunla; hem de ölene kadar ve öleni asla unutmayacak kadar.
Özgürlük kimin düşüydü, esaret kimin kabusuydu bilinmez. Uyanmak lazım, unutmak lazım, utanmak lazım. Dünya var ama neler neler yok ki; işte onları da bulup bölüşmek lazım. Gerektiği gibi değil, gereksizleştiği kadar döndü dünya. Biraz da dursun dünya ve inip kovalayalım bizim peşimizden gelene kadar. Biraz ve bazen dediğimiz ne varsa hepsinden sıkılalım, yeter.
Haftanın kitap önerisi: Albert Memmi, Sömürgecinin Portresi-Sömürgeleştirilenlerin Portresi / Çeviren: Şen Süer, Telemak Kitap