Son zamanlarda “Yerli ve Milli” kavramları siyasette hemen her cümlenin başına konulur oldu. Birçok alanda da bu söylemlere paralel uygulamalara başlandı. Siyasette, eğitimde, bilimde, sanatta, son olarak da yargı kavramında hayatın hemen her alanında “yerli ve milli” olunması gerektiği dillendirilmeye başlandı. Burada alanımız gereği daha çok sanat alanındaki yerli ve milli kavramları konu edinelim istedim.
Sözgelimi tiyatroda yerli ve milli oyunlar konusunda, genel müdürler ağzından “Milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz” söylemleri hafızalarda yerini koruyor.
Keza bilginin evrenselliğini bir kenara koyup üniversitelerin bile “yerli ve milli” olarak şekillendirilmeye çalışılması…
Bütün bu “yerli ve milli” söylemi halk arasında trajikomik yansımalara da dönüştü. Hatırlayalım; İstanbul Çekmeköy’de ağaçlar kesilirken, kesim işleminde ekibin başı olan kişinin, kesilen ağaçların ‘Amerika’nın bir oyunu, 40 yıl yaşayabilen ağaçlar’ olduğunu, yeni dikilenlerin ise ‘yerli ve milli’ ağaçlar olması gerektiğini söylemesi basına da yansımıştı.
***
Zaten seçim bildirgelerinde “Milli, dini, ahlaki ve folklorik değerlerin işlenmesine yönelik etkin çalışan bir teşvik mekanizması oluşturacağız” denilerek bu durumun işaretleri verilmişti. Ancak bunun giderek tüm yapılara yansıtılması ve uygulaması şimdilerde daha iyi görünür oldu.
Bir yanda ‘yerli, milli’ ve özde vatandaşları diğer yanda yersiz yurtsuz ‘sözde’ vatandaşlar… Oysa bu ülke çokkültürlü, çoğulcu yapısıyla zengindir. Çoğulculuk sadece kavramsal olarak değil siyasal ve sosyal alanda da ne yazık ki artık çoğunlukla boğdurulmaya çalışılıyor.
Bilim ve sanat tekçi olamaz. Yıllar öncesinde bir akım olarak “Milli Edebiyat” adı altında ne derece pespaye, estetikten yoksun ahval bir hafriyat gibi orta yerde duruyor. “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur” türünden sanat değerinden nasiplenmemiş, Türklüğü Türkçülüğe, Türkçülüğü ırkçılığa vardıran bir paradigma oluşur. Ve bu Nihal Atsız’a, “Biz Avrupalı falan değiliz, buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türk’üz. Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türk’üm, Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun şümûlüne dahildir” sözlerini söyletecektir.
***
Sadece bir döneme ait kılınmış ve orda donmuş kalmış bir edimin ne sanatta ne bilimde ne de siyasette hiçbir alanda bir kıymeti harbiyesi yoktur. Söz, sözlüğünü sürgit devam ettirdiği ve tedavülde kaldığı sürece sözdür.
Toplumun kültürel çeşitliliğini oluşturabilmek ve bunu zenginleştirmek için insanlığın bize bıraktığı birikimleri de hazmetmemiz gerekecektir.
Bilim gibi sanat da evrenseldir. Sanat tekçi olamaz. Doğaldır ki böyle bir anlayış da gelenekteki yerel olanın evrenselle olan bağının ayrılmaz bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu göremeyecektir.
Goethe’nin şu sözleri bu konuda bize referans olabilir: “Milli sanat ve milli bilim yoktur, ikisi de tüm üstün ve yüksek değerler gibi, tüm dünyanın malıdır.”
Yerli, milli ya da herhangi bir adlandırmayla sanata yapılacak bir müdahale sanatı siyasetin dümen suyuna bırakma, onu siyasetin bir aracı haline getirme anlamına gelir ki bu sanatı sanat olmaktan uzaklaştırır.
Sanat yalnız kendindekiyle yetinme lüksüne sahip değildir. Kendi kültürel miras ve değerleriyle beslenen sanatçı aynı zamanda insanlığın ortak mirasından da yararlanmaya çalışacaktır.
Başka bir yazıda evrensellik kavramı üzerinde durmak, söz konusu kavramları daha anlaşılır hale getirmekte yararlı olacaktır.