Son seçimler sonrasında, ortalıkta gezinen sayısız sözcük, kavram ve değerlendirmelerin tozu dumanı altında dünyaya, kendimize bakmak hayli zor, hatta eziyetli bir hal aldı. Dünyayı kendi elimizle üstümüze kapattık adeta.
Kimi kez olan biteni bir kavram çerçevesinde izah etmeye çalışmak kaçınılmaz olarak kadrajımızı daraltır. Dünya yamulur, ezilir, büzülür, bu kavrama sığmaya çalışır, bazı şeyler görünür hale gelirken bazıları da taşıdığı bütün olanaklarla birlikte kadrajımızın dışında kalır.
Ben de “yerleşme” gibi sayısız anlamı olan netameli bir kavramı ortaya atarken bunlardan ne ölçüde kaçınabileceğimi düşünüyorum.
Acaba bu kavramın ışığında dünyaya baksak yeni bir şey görür müyüz, diye yola çıkıyorum, görünmez hale gelmiş neleri görünür hale getirebiliriz?
Yerleşme kavramını aklıma getiren, kendime “biz (geniş bir biz) nerede yerleşiğiz” sorusunu sormak oldu. Toplum adlandırılmamış halde de olsa sol değerlerle tıka basa doluyken bizim kayıtlı olduğumuz uzam neresi? Bu soruyu sormamın nedeni ise, sanılacağı gibi seçim sonuçları değil, seçim sonuçlarını “karşılama” tarzımız.
Seçim öncesini de kapsayan çok daha uzun bir süreçteki görünür ve bilinir etkisizliğimizden çok, büyük ölçüde diktatörü gönderme hedefiyle dahil olduğumuz, mevcut koşullarda bence doğru hatta kaçınılmaz olan ama büyük ölçüde hâkim olamadığımız bir stratejinin olası sonuçlarından birini “karşılama” tarzımız varlığımızdaki uçuculuğu hissettirdi bana.
Adeta dini ritüelleri andıran eleştiri- özeleştiri çağrıları, yenilgi giysisini bu kadar kolay, neredeyse bir tür çilecilikle, hatta siyaset dışı bir tarzda giyivermemiz, yaşanan sürecin kazanımları ve kayıplarını soğukkanlılıkla ve akılla değerlendirme koşullarının bizzat kendimiz tarafından yok edilmesi, alelacele yapılan değerlendirmelerdeki hezeyan bende belki de ilk kez bir köksüzlük hissi yarattı.
Totoloji olarak nitelenebilecek değerlendirmelerin yanı sıra bezginliğin, yenilmişliğin aslında başka bir görüntüsü olan sekterlik aldı yürüdü. Solun egosundan, şımarıklığına kadar söylenmedik kalmadı. “Yapılmasın” diyen varmış gibi, sokakta olmak, sınıfın içinde olmak yeni ve parlak fikirler olarak ortaya atıldı.
Bu insicam bozukluğunun yarattığı, yaratacağı sonuçlar ortada. Devletin girebileceği ve müdahale edebileceği yarıklar açmak, saldırılara karşı kendi savunmamızı yıkmak, toplumun neredeyse yüzde ellisini bozulmuş bir orduya dönüştürmek, kendi emeğini, tarihini, mücadelesini adeta hiçleştirmek.
Acil, çabuk çözümler, sihirli değnek misali değince mucize yaratacak öneriler peşindeyiz, telaş içindeyiz.
Kökler ve yerleşiklik meselesine böyle geldim.
Sanki kayıtlı olduğumuz uzam bir türlü ‘şimdi”de parlayamayan geçmiş deneyimler, kayıplar, sürgünler, ölümler, yıkımlarla birlikte durağan, kapalı, homojen bir halk imgesine sabitlenmişti. Bu da bir coğrafyaydı, evet, kimi gerçek yanları vardı ama büyük ölçüde dünyada, burada, “şimdi”de değildi.
Aslında, solun birbirine benzemez tüm güçleri, seçim öncesinde altılı masanın pespaye vitriniyle sırtını dayadığı değişim-dönüşüm iradesinin bir yere kayıtlanması, varlık göstermesi, özne olması için gayret göstermiş, eğer bu yapılmazsa, değil seçim güvenliğini sağlamak seçimin de kazanılamayacağını söylemişti. Bu değişim-dönüşüm iradesi sözleriyle tanımlanan, uçucu ve bilinmez varlığı özneleştirme, etkileşim içinde olacağı alanlar, zeminler, araçlarla “yerleştirme” gayretiydi bir bakıma.
Yine de bu manzara içinde “yerleşme” iddiasız ve sakin bir kavram. Hemen sonuç verecek bir şey değil, tam tersi sabır, incelik, zaman gerektiriyor.
Bizim gibi sürekli kovulanların, yerleşmesi kolay değildir. Nitekim Rojava hemen bütün egemenlerin hedefinde. Seksen öncesi yerleştiğimiz yerler ve yerleşme biçimlerimiz imha edildi. Seksen sonrasında da her yerleşme gayretimize iktidar çomak soktu. Katletti, yaktı yıktı.
Gezi direnişi bir yerleşme çabasıydı. Bizi de şaşırtan hazırlıksız yakalayan, görünmez hale getirilen şeylerin kendini gösterdiği, ihtimallerin belirdiği o karşılaşmalar mekânına mutfaklarımız, dersliklerimiz, danslarımız hayallerimiz, hastanelerimizle yerleşmek istemiştik. Geçmişin bütün deneyimi parlamıştı orada.
Geldiğimiz noktada hiç yok denemez ama yeterli arşivimiz yok, hafızamız zayıf anlamına geliyor bu. Kurumlarımız yeterince yaygın ve kök salmış değil. Mevcutların üstüne de taşıyamayacağı yükler bindirerek zayıflamasına hatta yok olmasına neden oluyoruz. Bir amaç için hevesle bir araya geliyor ama sürekliliği sağlayamıyoruz. Bir gücüz, evet, ama bu gücü bütün hacmiyle, layıkıyla dünyaya yerleştirebilmiş değiliz.
Yarattığımız yerleşme biçimleri, deneyimleri, “şimdi”de bir varlık kazanamadıklarından tarihten koparılmış, ölülerin sırtına yüklenmiş bir geçmiş tasavvuruna hapsedildi.
Şimdi yerleşme sözcüğünün bana hayal ettirdiği sabit, durağan bir imgeye durmadan gönderme yapmak değil, hareket- oluş halindeki varlığa yerleşmek. Bu oluşa bütün tarihimiz, birikimimiz, inancımızla katılmak. Birlikte yaratmanın birbirinden öğrenmenin, halkın özneleşmesinin, inisiyatif almasının, üreten biziz yöneten de biz olacağız ifadesinin yolunu açmak amacıyla yerleşmek. Her insanda, her durumda kendinden fazla olan şeyi, gözle görünür olanı değil, açığa çıkabilecek olanı hissetmekten alan bir varoluşla, çözüm biziz diyen bir yetkiyle yerleşmek.
Devrimin güncelliğini kabaca iradecilikle yaralayarak değil, memur, bürokrat olarak, akıl hocası olarak değil, deprem bölgesinde bir çadırı beraber açamayarak, bir festivali birlikte yapamayarak (pes) değil, geliştirilmesi, açılması, beslenmesi gerekeni günlük siyasi çıkarlar için hemen harcayarak değil, devrimciler olarak.
Direniş Komiteleri aklıma geliyor, bu biçimler birilerinin üstten akıl etmesiyle değil, yoksulların yoksullarla hemhal olmuş, varlıklarını, sistemi aşma, yurttaş olma, özneleşme halinin her yandan yeşerdiği oluşa katmış devrimcilerinin birbirlerinden öğrenerek birlikte yarattıkları biçimlerdir. Yoksulların servetidir.
Direniş komiteleri sadece faşizme karşı yaşam alanlarını savunmak amacıyla önerilmedi ve böylede hayata geçmedi, esas hedef yoksulların iktidarının nüvelerini oluşturmaktı. Geçmişin paha biçilmez deneyimleri şimdi de parlamıyorsa, hayat bulamıyorsa bu varlığımızın geçicilikten, uçuculuktan kurtulamamış olmasından belki.
Yerleşelim, mahalle dernekleri, kooperatifler, bin bir çeşidini icat edebileceğimiz yerel örgütlenmelerle. Yerleşelim ama “yetmişinde zeytin ağacı diker” gibi. Öylesine ciddiye alarak devrimi.
Kökümüz derinlerde evet, bu köklere tutunamıyorsak, hemen rüzgâra kapılıyorsak, ağaçlarımız meyve vermiyorsa derin köklerin anlamı ne?
Diğer şeylerin yanı sıra sessizce birikmek gibi şeyler geliyor aklıma. Yerleşmek kelimesiyle birlikte yuvarlanmak, çöreklenmek, şekil almak ve şekil vermek geliyor. Geçmişin deneyimini canlandırmanın yolunu bulamadığımız kendimizi tarihten kovmaktan, ölüleri her gün yeniden öldürmekten vazgeçelim gibi şeyler.
Derdin devası olmaktan öte, (bence deva gözümüzün önünde bile olsa şu anda görmemiz mümkün değil) derdin devasını oluş içinde bulabileceğimiz yollar… Açmayı sadece “bizim” isteyebileceğimiz, gayrısının cesaret edemeyeceği yollar.