Dünyada yerinden yönetim kavramının güçlenerek tartışıldığı yakın tarihe karşın, Avrupa’da yerel özerklik tartışmaların açığa çıktığı çağ 1848 devrim hareketi dönemidir. O dönemden itibaren yerel özerkliğin demokratik devlet yönetiminin ayrılmaz bir parçası olduğu iddiası ortaya atılmıştır. Dolayısıyla bugün bahsedilen yerel özerklik tartışmaların tarihi serüveni tahmin ettiğimizden daha eski bir döneme tekabül etmektedir. Avrupa iç entegrasyonuyla tekrardan gündemleşen yerel özerklik tartışmalarının Türkiye’ye intikali Kürt modern hareketi üzerinden olmuştur. Dolayısıyla dünyada bu gelişmeler olurken, Türkiye’de yerel yönetimlerin temel olarak yol, su gibi somut altyapı hizmetlerinden oluştuğuna dair dar kapsamlı görüşler de değişti ve onun yerine artık kültürel ve sosyal hizmetler şeklinde çeşitlilik göstermeye başladı. Yerel yönetimlerin bölgesel kamusal hizmetlerin yanı sıra politik ve kültürel alanlarda hükmetmeye başlamalarıyla atıl kalmış birçok sosyo-ekonomik ve etno-kültürel veya inançsal unsurlar hak arayışına girdiler.
Özellikle adem-i merkeziyetçiliğin ortaya koyduğu merkeziyetçi tahakküm, yerelliğin kendi yönetim otonomisinin zarureti daha da anlaşılır bir biçim haline getirmiştir.
Kürt özgürlük hareketi kültürel yapının korunmasını ve daha da özerkleşmesini yeni bir maksim olarak benimsedi ve bunu önümüzdeki seçimlerde muhtemelen daha belirgin bir şekilde ifade edecektir. Yerel özerklik ve ona bağlı olarak kültürel haklar, tarihin münasebetsiz bir sorunsalı olarak çözümlenmeye başladı ve zamanla yeni bir demokratik mücadele (bu konuda İberya yarım adasındaki halkların demokratik mücadele deneyimlerine bakılabilir) alanı olarak ortaya çıktı.
Yenilikçi bir politik akım olarak yerel yönetim aktörlerinin yerel halkla kurdukları ilişkiler tümüyle “ortak payda” temeline dayalı olduğu gibi, siyasi mücadeleleri ve duruşları da “çözüm ortaklığı” prensibi üzerine bina edildi. Özellikle bu iki olgu etrafında (“ortak payda” ve “çözüm ortaklığı”) (yerelliğin bütün kültürel mirası ve ona bağlı olarak bütün sorunlara dair çözümle) örülen yeni politik kordonlar, zamanla kültürel kodlar olarak karar vericilerin “seçilmiş” birimlerle olan ilişkilerini düzenledi. Böylelikle hem yerel yönetimleri seçmeyi hem de uygulamalarına destek ya da muhalefet eğilimi gösterebilmeyi de beraberinde getirdi. Dolayısıyla böylesi bir ilişki diyalektiğinin doğasında özelden genele doğru temsili demokrasi nüanslarının söz konusu olduğu söylenebilir. Özellikle Avrupa Birliği (AB) sürecinde yerel yönetimler için yapılan yasal düzenlemeler, bugüne kadar sürekli gelişen dinamik bir yapıyı da göstermektedir. Bilhassa temsili demokrasi sorunsalına çözüm olarak getirilen önlemler bağlamında, doğrudan tabandan demokrasiyi temsil eden yerel yönetimler anlayışı giderek öne çıkarıldı.
Küreselleşme süreci ile beraber gelişen yeni ilişki biçimleri, yerel yönetimlerin doğrudan dünya ile ilişki kurmalarını ve uygulanan tüm yönetim politikalarının desteklemesini zaruri hale getirmiş durumdadır. Çünkü merkeziyetçi yönetsel aygıtın kültürel algısı, yayılmacı ve tek tipleştirme baskısı tehdit icra etmekteydi. Ne var ki, globalleşme veya modernleşme olarak özetlenen toparlayıcı bir kavramsallaştırmayla ifade edilen bu gelişmeler, bütün kültür ve medeniyetleri yekpare bir şekilde etkilemektedir. Buna karşın kültürel özerklik ve yerelliği savunmak en insani haktır; çünkü yerel kültür, kendi başına zenginlik olmanın ötesinde ilişkide olduğu diğer unsurlar için de besleyici bir ortam sağlar. İster tarihsel miras birikimine, ister günümüze taşıdığı kodlar ve deneyimler itibariyle bu memleketin kültürel zenginliği konusunda çoğumuz hemfikiriz. Zira salt bu genel kabul bile, Kürtlerin “özerklik” söylemlerini hem bu coğrafyanın, hem de dünyanın somut deneyimleri çerçevesinde gerçekleşebilir bir formül olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Kültürü bir çatışma alanı olarak görmek yerine, bir uzlaşma, barış ve karşılıklı kabul aracı haline dönüştürmeyi başarırsak; toplumlararası kültürel ilişkilerin ve kültürel sorunların siyasal güçler tarafından yapılan istismarların önüne de geçebiliriz. Bunu yapabilmek, öncelikle kültürü bütün “özgün” halleriyle anayasal bir hak olarak güvence altına almaktan geçer. Sosyolojik perspektifle kültürel özerklik ve özyönetim olgularına bakarken, yerli aktörleri bu oluşum projesine mutlaka dâhil etmek gerekir, çünkü yerli olma bilinci ve kültürü, bölgenin geleceğini belirleme konusunda sorumluluk duyma ve bölgesellik bağlamında sağduyuyu geliştirmek açısından büyük önem taşımaktadır. Bu ve benzeri konularda STK’lara büyük vazifeler düşmekte ve bu süreçte sivil toplum algısının gelişimi ve sivil toplumun müstakil olarak kurumsallaşması ayrıca önem taşımaktadır.
Tüm yönetim birimleri ve özellikle özerklik odağını oluşturan yerel birimler, sivil tolumun gelişimine oldukça büyük katkılar sunduğu gibi, kültürel hakların kabulünü de “sıradan”laştırdı. Yani çağımızın yeni politik bulgularının öngördüğü yönetsel model “ötekinin” birikimini ve deneyimini ötekinin yaşadığı “özel şey” olarak tanımlar, onu zaman ve mekânın buluşuyla dönüşmüş ve yorumlanmış bütünlüklü kültürel bir temel hak olarak kabul eder. Dolayısıyla bugünün aklıyla tarihin bir yanılsaması olarak kabul edilen mono-kültürel hegemonyadan kısmen vazgeçildiğini söyleyebiliriz. Bunun tarihsel yıkıcılığından ders çıkarmak için Avrupa kültür tarihine bakmak yeterince aydınlatıcıdır. Değişen dünya koşullarında Türkiye bu yanılsamanın devamında ısrarcı olma lüksüne sahip değildir. Zira Kürt tarafının dünyadan esinlenerek içselleştirdiği ve demokratik mücadele biçimi olarak benimsediği bu yeni politik belit bütün bölgenin demokrasi gelişimi için azımsanmayacak bir rol-model oluşturmaktadır. Özellikle Kürt özgürlük hareketinin mevcut devlet yapısına alternatif olabilecek “demokratik ulus” paradigmasını ortaya atmasıyla önemli bir etkileşim alanı yaratmıştır. Bu coğrafyanın tarihinden gelen zengin kültürel birikim ve geleneklerin yanı sıra, günümüzün öne çıkan sorunlarından “kültürel özerklik”, “özyönetim” veya “birlikte yaşama pratikleri” açısından tutarlı öngörüler içeren kültürel ve politik taleplere karşı açık olmak durumundayız. Zira dünya deneyimlerinden de görüldüğü gibi bunun reddi veya zıttı olan her pratik yönelim, ucu açık çatışmaları tetikleyebilir niteliktedir. Dolayısıyla zaman ve mekânın diyalektik bulunuşuna yakın veya zamanın ruhuna uygun bir çözüm ortaklığına doğru yönelmesek, açık olan ucun çatışma olacağı kuvvetle muhtemeldir.