Bugün bilgi toplumu olarak ifade edilen sosyal kurguya hermeneutik bir lensle bakarken, siyasi katılım ve gelişmiş sivil toplum, sosyal ve temel haklar, ekonomik açıdan artan refah düzeyi, ifadesini kültürel gelişmişlikte bulmaktadır. Konunun bağlam çerçevesi yerel özerklikler olunca, haliyle yerelliğin kapsadığı bütün alanları düşünmek gerekir. Nitekim yerel olan her şey bir şekilde ya aidiyetin bir parçası ya da kültürel olanın öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla günümüz dünyasında kültürel gelişmişliğin en temel skalalarından biri kültürel özerklik ve yerel özyönetim biçimleri olarak anılmaktadır.
Bu alanın özerklik özgünlüğü birçok düşünce akımı ve demokratik sosyal hareketler tarafından tartışılmış ve yer yer de deneyimlenmiştir. Yerel özerkliğin düşünce modelleri kökeni itibariyle her ne kadar sol tandanslı ve liberal demokrasi akımların mücadeleleri sonucunda ortaya çıkmış olsa da, tarihsel olarak şehir devletlerine kadar uzanmaktadır. Düşüncenin yaslandığı başka bir tarihsel ark aplan ise, Rousseau’nun tarihi metninden Yugoslavya’ya uzanan ve milenyumla beraber yeniden bir toplumsal mücadele boyutu olarak ortaya çıkan “özgürlükler arayışının” yeni paradigmasıdır.
Dolayısıyla bu arayışın kaynağında “liberal temsili demokrasinin, özel mülkiyetin, kapitalizmin ve devletçiliğin” eleştirisi yatmaktadır. Bu eleştirinin olgusallaştığı esas noktaysa mevcut yönetsel aygıtın toplumsal özgürlükler ve eşitlikler hususundaki yetersiz yapısıdır. Özellikle Paris Komünü deneyimleri, Britanya’daki Fabian Hareketi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tekrardan yükselişe geçen işçi sınıfı tandanslı sosyalist mücadeleler, Rus devrimleri ve ayrıca 20. yüzyılda iki büyük savaşın tahribatları sonucunda ortaya çıkan UKM ve “belli düzeylerde” kendi kaderini tayin etme hakkı bağlamında yarı-özerk yönetsel süreçlere dair yasal düzenlemeler ve kurumsallaşmalar sayesinde özyönetim düşüncesinin de gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır.
Dolayısıyla yerel özerkliğin kavramsallaşma çağıysa 2. Dünya Savaşı sonrasına tekabül etmektedir. Esas olarak “sınır” nosyonu, o dönemden itibaren Batı Avrupa ülkelerinin siyasi programlarında daha çok önem kazanmaya başlamıştır. Özellikle 20. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya çıkan yeni politik hareketler ve kültürel akımların tartışmaya açtığı konular arasında “özerklik ve özyönetim” meseleleri de yeni birer diskur olarak yer almaya başlamıştır. Reel-sosyalizmin çözülmesi ve hemen ardından Doğu Avrupa’nın AB’ye entegre edilmesi perspektifi ile doğrudan ilişkili olduğu görülen yerel yönetim modellerinin siyasal çerçevesi her ne kadar demokratikleşme ve özgürleşme biçiminde şekillenmiş olsa da esas sosyal kurgusu, kültürel özerklik ve yerel özyönetim dinamiğidir. Bu saptamayı destekleyen en önemli olgulardan biri Avrupa iç entegrasyon süreciyle beraber kıtada ulus-devletlerin geri plana çekilmesi, buna karşılık coğrafi, ekonomik, etnik ve kültürel olarak ayrılabilecek bütün birimlerin özerklik bağlamında hegemonyaya dahil olma istenci ve paradigmasıdır. Yani kıtadaki federatif yapıların yanı sıra, eski kıtanın batısında İskoçya’dan Sardunya’ya, Bask Bölgesi’nden Kuzey İtalya’ya özerklik farklı biçimleriyle yaşanıp tartışmalara konu olurken, Belçika örneğinde görüldüğü gibi bu tartışmanın başka bir boyutu olan bölünmenin bile konuşulur hale geldiği gerçeğidir.
Yerel özerklik, yerinden yönetim anlayışının prensip olarak kabul edildiği sistemlerde, yerel yönetimin görev ve sorumluklarını yerine getirirken, merkezi idarenin kontrolünden bağımsız hareket edebilme yetisiyle ve kendini merkezi idareye ihtiyaç duymadan yönetme kapasitesiyle açıklanmaktadır. Dolayısıyla Avrupa’nın iç entegrasyonundan doğan yerel yönetimler özerklik şartı, yerel yönetimlerin sunacakları hizmetleri belirleme ve hizmetlere ilişkin vergilendirme yapabilme hakkı dahil, seçilmiş yönetim sistemini meşru gören hukuki altyapı sunmaktadır. Onun için, bugün sadece Avrupa’da resmi açıdan tanınmış özerklik dereceleri ve biçimleri birbirinden farklı birçok bölgede bütün hukuki boyutlarıyla bulunmaktadır. Hiç şüphesiz bu durum ülkeden ülkeye ve özerklik genişliğine göre farklı şekil ve boyutlarda ele alınmaktadır.
Kültürel ve yerel özerklik sınırlarının tarifi her ne kadar neoliberal politikaların icadı gibi görünse de reel hallerinin bunu aşan bir mecraya evrildiği muhakkaktır. Çünkü liberalizm olarak tariflenen siyasal, iktisadi ve toplumsal formasyon, halen kendi doğum kriziyle boğuşup durmaktadır. Onun için çağın yönetsel aygıtını belirleyen cihazın küresel mekaniği olduğu aşikârdır. Küreselleşen dünyamızın yönetiminin merkeziyetçi karakterinden vazgeçmemekle birlikte, yerel idari biçimlere geçme zorunluğu hissettiği gerçeği herkesçe bilinmektedir. Bir yandan yerel ve kültürel kimlikler öne çıkmakta, farklılıklar gündeme gelmekte, öte yandan tüm dünya benzer ürünlerin etkisi altında benzer bir kültüre doğru yönlendirilmektedir. Kavranması zor görünen bu ambivalans algının ana nedeni ise finans-kapitalin kaynaklar ve tüketim üzerinde kurduğu pazar-modelin zamanla küresel ölçekte bir kaygıya dönüşmüş olmasıdır.
Dünyada 90’lı yılların başından itibaren yerel yönetimler, yönetim alanında giderek hâkim duruma gelmeye başlayarak hem yerel hizmetlerin yegâne muhatabı hem de kültür politikalarının odağında görev yapan kurumlar olarak dikkate değer bir konuma geldiler. Dolayısıyla özerk yapıları nedeniyle yerelin kültürel mirasından gelen rüzgârları arkalarına alarak daha fazla söz sahibi olma hususunda etkin sosyal ve kültürel politikalar yapmaya başladılar ve bu rüzgâr dünyanın birçok yerine yayılmaya başladı.
Böylece yerel özerklik aygıtı yerel halkın taleplerine göre hizmet verme sorumluluğunu karşılamak üzere yeni donanım mekanizmalarını oluşturdu. Buradan hareketle bir yandan yerel halk istekleri ve ihtiyaçları konusunda sesini duyurabilmek için sivil toplum örgütlenmelerini ve baskı gruplarını oluşturarak yerel politikada denge mekanizmalarını yaratırken, öte yandan bu baskı mekanizmaları karşısında yerel yönetimlerin artan sorumluluğu ve yerel ihtiyaçlara cevap verme gereği, yerel yönetimleri halka daha çok yakınlaştıran bir rol oynamıştır. Bu noktadan hareket eden birçok sosyal bilimci, yerel özerklik kavramının demokrasinin gereklerinin öğrenilmesinde hayati önemi olduğunu savunmaktadır. Şartsız koşulsuz katıldığım bu savın temelinde adem-i merkeziyetçi devlet karakterinin minimize edilmesi ve yerel kurumların yerel halkın faydalarına yönelik çalışmalara ağırlık vermesi anlayışı yatmaktadır. Dolayısıyla söz konusu paradigma hem dünya genelinde hem de Türkiye’de her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Buna dair yapısal tartışmaların ve mücadelelerin uzun soluklu olacağı varsayımı kaçınılmaz bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır.