M. Ender Öndeş
Türkiye’nin AKP iktidarıyla başlamayan ama son yirmi yılda zirve yapan yolsuzluk düzeni ve toplumsal/kültürel çürümüşlük, sadece geleceğimizi karartmıyor, geçmişimizi de yağmalayıp yok ediyor. Binlerce yıllık tarihi boyunca birbiri ardına onlarca uygarlığın doğuş ve çöküşüne tanıklık eden, birçok uygarlığın da kesişim alanı olan Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası, bütün bu tarihten günümüze kalan muazzam arkeolojik zenginliği uzun süredir sistematik şekilde kaybediyor. Neredeyse her gün basında yer alan müze hırsızlıkları, kayıp eser haberleri aslında buzdağının sadece görünür bölümü; daha geride Osmanlı’dan bu yana gelen tarih kıyımı ve devlet vandallığı biçimleri var. İşin savaş yağması ve Suriye bölümü ise daha katmerli bir talanı yansıtıyor.
Binlerce eser kayıp
Geçtiğimiz mayıs ayında CHP Milletvekili Mahmut Tanal, Dolmabahçe Sarayı’nda muhafaza edilen, her biri 46 kilogram olan som altından 2 vazonun kaybolduğunu iddia ederek akıbetini sormuştu. Daha sonra Milli Saraylar Başkanlığı, bu vazoların hiçbir zaman var olmadığını açıklamıştı ama durum yine de şüpheli kaldı. Çünkü tarihi eser kayıpları ve hırsızlıklar Türkiye’de çok yaygın ve artık tarihi eser yağması haberleri kimseyi şaşırtmıyor. Daha 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, 98 ayrı müzede yapılan denetim çalışmalarında, bin 118 tarihi eserin kaybolduğunu, bin 241 eserin ise taklit çıktığını belirlemişti.
2016’da ise Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nden de 302 tablo çalınmış, daha sonra ancak bir bölümü bulunabilmişti. Yine Sayıştay’ın Ankara Üniversitesi 2019 Yılı Denetim Raporu’nda Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) 440 yazma eserin kaybolduğu belirtilmişti. Ayrıca, Mimar Sinan Üniversitesi Müzesi’nde de 404 eser kaybolmuştu ve 42 eser de sahte çıkmıştı. Sayıştay raporlarına göre Resim ve Heykel Müzesi’ne kayıtlı 12 bin 378 taşınır bulunuyor. Bunlardan 4 bin 24 tabloya dair hiçbir açıklama veya detay yer almıyor. Antalya başta olmak üzere çeşitli müzelerden çalınan eserlerin ise çok sayıda olduğu, kayıt ve zimmet konusunda büyük usulsüzlükler yapıldığı da resmi raporlara yansımıştı. Yine bu yılın haziran ayında Batman Müzesi’ndeki 10 milyon TL değerinde 20 altın sikkenin kaybolduğu anlaşılmış ve soruşturma başlatılmıştı.
Saymakla bitmiyor…
2000 yılında Konya’daki Yusufağa Yazma Eser Kütüphanesi’nden aralarında İbni Sina ve Kâtip Çelebi’ye ait olanların da bulunduğu 128 basma kitap çalındı. Çalınan ve kaybolan eserler arasında Aydın Nysa antik kentindeki podyum figür başları, Bursa’da M.S. 3’üncü yüzyıla ait “Burçlar Kuşağı” konulu mozaik pano, Burdur Müzesi’ndeki 2 adet aslan başlı fragman, Orhangazi Türbesi sanduka örtüsü, Sakıp Sabancı Müzesi bahçesindeki çeşmenin süslü tepelik kısmı ve ayakları, Milas’daki Bizans devrine ait sütun başlıkları, el yazması Kuran-ı Kerimler ile Aydın’daki balbal tipindeki mezar taşları da yer alıyor.
Milas’taki Hekatomnos’un anıt mezarı soygunu ise dillere destan. İki yıl boyunca mezara yakın bir evden devasa matkaplar, makinelerle muazzam bir gürültü çıkararak kral odasına kadar ulaşan soyguncular çevre halkının bütün ihbarlarına rağmen yakalanmazken, gözler önündeki hırsızlığa ancak ikinci yılın sonunda müdahale edilmiş ama bu arada değerli buluntuların ve tonlarca ağırlığa sahip lahit kapakların çoğu buharlaşmıştı.
Liste uzadıkça uzuyor
İşin aslı, Türkiye’de tam olarak kaç tarihi eserin kaybolduğu ya da çalındığı da bilinmiyor; çünkü envanterlerin neredeyse tümü eksik ve bilgisizce düzenlenmiş durumda. Bazı arkeologlar, kayıp görünen her eserin kaybolmayabileceğini, çünkü envanter sisteminin zaaflı olduğunu, eserlerin uluslararası standartlara göre kaydedilmediğini belirtiyorlar ama bu da tartışmalı bir tez. Neredeyse sıfır güvenlikli taşra müzelerinde şu anda sergilenen kaç eserin gerçek olduğu ise tartışmalı bir konu. Sayıştay raporlarının yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan “Bakanlığımıza Bağlı Müzeler/Birimlerden Çalınan/Kaybolan Kültür Varlıkları” başlıklı listesi, İstanbul’dan Van’a, Mardin’den Amasya’ya Isparta’dan Kocaeli’ne uzanan bir kayıplar haritasını ortaya koyuyor. Adana Müzesi Müdürlüğü’nden bildirilen 254 adet kayıp sikke, Bolu Müzesi Müdürlüğü bahçesinde yer alan mermer mezar stelinden kırılarak çalınan Herme başı, Maraş Müzesi Müdürlüğü’nden de sahteleriyle değiştirilen 544 adet sikke ve daha niceleri…
Müzeler Allah’a emanet!
Müzelerden ya da doğrudan ören yerlerinden götürülen eserlerin çoğunun sipariş üzerine çalındığı biliniyor. Bir şekilde elde edilen eserler, çoğu zaman bilinçli olarak aranıyor ve bulunduklarında aracıya gidiyor. Aracı, kültür varlıklarını satın alıyor ve yurt dışındaki üst asıl satıcılara iletiyor. Öyle ki örneğin Hekatomnos’un anıt mezarı soygunundan sonunda yakalanan birkaç kişi kimin için çalıştıklarını bile bilmiyorlardı.
Aslında, müzelerin normal olarak envanter sistemiyle çalışması gerekiyor ve kayıt altına alınmak zorunda. Ama işlerin pratikte böyle gitmediği kesin. Birçok müze kayıp raporunda gerçek eserlerin sahteleriyle değiştirilmiş olduğunun yazılması, müzelerin yol geçen hanına döndüğünü gösteriyor. Ayrıca kayıtların da ciddi tutulmadığı, uluslararası standartlara uygun bir kodlama/fotoğraflama yapılmadığı açık. Örneğin Zeugma’daki eserlerin çoğunun fotoğrafının bile olmadığı, yapılan kayıtların “Tunç çağına ait pişmiş topraktan vazo. Kırmızımsı hamurlu, oval gövdeli, ağız kenarı çift dudaklı, kısa silindirik dar boyunlu halka diplidir. Gövdesinde kırık ve çatlaklar vardır” gibi tarifler üzerinden işlendiği ortaya çıkmıştı.
İşte bunlar hep ideolojik!
Gerek toprak altındaki eserlerin korunamaması, gerekse müzelerdeki güvenlik sorunu, basit dikkat eksikliğinden kaynaklanmıyor ve aslında geçmişe dek uzanan ideolojik kökenleri var. Son dönemine kadar Osmanlı İmparatorluğu ve önceli olan Türk devletlerinde bir arkeoloji bilinci olmadığı, dahası Türk-İslam kültürü dışındaki kültürlerin zaten bitirilmek istenmesi bilinen bir olgu. Bu süreçlerde Anadolu/Mezopotamya coğrafyasındaki eski uygarlıkların umursanmadığı, yok sayıldığı açık bir gerçek. Bugün Avrupa’nın büyük müzelerindeki Anadolu’ya ait eserlerden ‘çalıntı’ diye şikayet edilmesi ve diplomatik feryatlar koparılması da çok haklı değil, çünkü bu eserlerin çoğu bizzat Osmanlı devletinin izniyle, cüzi ödemelerle yapılan kazılarda bulunmuş ve yurt dışına çıkarılmıştı.
Cumhuriyet sonrasında konuya biraz daha ciddi yaklaşılsa da Türk milliyetçiliği ve İslam tekçiliği, aslında her zaman Türk-İslam öncesi dönemi önemsememe eğilimini taşıyor. Dolayısıyla hem kazılarda, hem de müze güvenlik önlemlerindeki kayıtsızlık, bütün bu ‘çanak çömlek’ parçalarının “bize ait olmadığı” fikrinden de kaynaklanıyor. Özellikle son 20 yıl boyunca kültür hayatına hâkim kılınmak istenen anlayış, zaten bizzat Erdoğan’ın dilinde “arkeolojik şeyler” gibi hoyrat terimlerde karşılığını buluyor. Zaten bütün siyasi yaşamını inşaat ve rant üzerine kuran bir iktidarın, müze güvenlik sistemleri ve personelin eğitimine önem vermesi de beklenmiyor.
Dahası aynı iktidar, Hasankeyf örneğinde açıkça görüldüğü gibi Türk/İslam/Sünni olmayan her şeyden intikam almayı, uzak geçmişe ait her türlü inanç ve kültür kalıntısını yok etmeyi kendisine hedef olarak belirlemiş durumda. Savaş ve rant dışındaki şeyleri gözü görmeyen, müteahhitlere milyarlar aktarırken orman söndürmek için gerekli uçakları bile almayan böyle bir iktidardan tarihi korumasını, kazılara kaynak ayırmasını beklemek hayalden başka bir şey değil.
Sonuçta, Anadolu/Mezopotamya uygarlığının en değerli parçaları, en az yüz yıldır, adeta dibi delik bir havuzun suyu gibi akmaya, Türkiye ve Kürdistan coğrafyası tarihsel/kültürel açıdan çoraklaşmaya devam ediyor. Bütün bunlar olurken “eserlerimizi çalan hırsız arkeologlar” gibi sözlerle -her sorunda olduğu gibi- dış güçleri, “Türkiye düşmanları”nı suçlamak, gerçeğin üstünü örtmekten başka anlam taşımıyor. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının tarih ve kültürünün gerçek düşmanları, dışarıda değil, içeride çünkü.
YARIN: ‘Zeytin Dalı’ndan yağma çıktı