Cizre’de sokağa çıkma yasağı sırasında yaşananları konu edinen ‘Toprağın Şarkısı’ Aram yayınlarından çıktı. Perişan, ‘Anlamlandırma çabası yeniden yaşayabilme, direnebilme gücünü ve cesaretini oluşturur’ dedi.
Bölge kentlerinde ilan edilen yasaklarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, onbinlerce kişi göç ettirildi, evler, sokaklar, mahalleler, kentler yerle bir edildi. Hastaneye götürülmek istenirken vurulan bebekler, ölen çocuklarını kokmasın diye buzdolabında bekleten anneler… “Toprağın Şarkısı” kitabı Cizre’de yaşanan tüm bu süreçleri edebi bir dille okuyucuyla buluşturdu.
Yazar Rojbin Perişan, tutuklu bulunduğu Gebze M Tipi Kadın Kapalı Cezaevi’nden mektup aracılığıyla Mezopotamya Ajansı’ndan Dicle Müftüoğlu’nun sorularını yanıtladı.
Cezaevinden diğer bir tabir ile dört duvar ile dışarıdan izole edilen bir yerde güncel tarihe dair bir roman kaleme aldınız. Bu süreçte ne gibi zorlanmalar yaşadınız? Örneğin bir okur olarak kitap sayfalarında ilerlerken Cizre sokaklarında dolaştığımı hissettim. Daha önceden Cizre’de yaşadınız mı ya da yaşamadıysanız nasıl anlatabildiniz?
İçeride yazmanın zorlukları her zaman vardır. Üstelik yıllardır içerideyseniz… Televizyon ekranlarından, gazetelerden takip edip ölümler, yıkımlar karşısında hiçbir şey yapamamak, annelerin çığlıklarını gözyaşlarını izleyip çare olamamak… Sanırım o duyguları anlatmak hiçbir zaman kolay olmayacak. Cizre’yi yazmaya karar verdiğimde öncelikle bilgi toplamaya yöneldim. Cizre’ye hiç gitmedim, yalnızca anlatımlardan biliyordum. Görmediğin, dokunmadığın, havasını solumadığın bir şehrin mahallelerini, sokaklarını, evlerini nasıl anlatacaktım?
Bazen bir mahalleyi, bir evi tasvir ederken, bir yolu anlatırken küçük bir ayrıntı bile önem kazanabiliyor. Ben ayrıntılardan yoksundum. Şehre dair, şehirde yaşayan halka dair bilgi toplamada cezaevindeki arkadaşların yardımı oldu. Sağ olsunlar, mektup üzerinden de olsa desteklerini sunmaya çalıştılar. Mektup üzeri sınırlı bilgiler. Direniş sürecine ilişkin ise dışarıdan beklediğim bilgi desteğini bulamadım. Belki OHAL’in de etkisi vardı, belki de kırılamayan sessizliğin…
Bu yüzden topladığımız gazete haberlerinden, köşe yazılarından -ki birkaç taneyi geçmezdi- ya da sadece bir iki fotoğraftan derlediğim kıt bilgilerle yeniden kurdum direnişin son zamanlarını. Tabi onların son günlerini, son anlarını bilemeyeceğiz. Son anlarında neler düşündüler, neye acılandılar, neler hissettiler? Neyi, kimi anımsadılar? Hangi geçmiş anıların gelecek zaman düşlerinin dalgalarına saldılar kendilerini? Bilemeyeceğiz. Yine de gerçeğe bağlı kalmaya çalıştım. Elimde gazetede çıkan şehitler listesi, bir kaç ailenin anlatımları ve birkaç fotoğraf. Ne yapabilirdim?
Kitapta kamuoyunun o dönem haberler üzerinden tanıdığı kişilerin yaşadıklarına yer vermenin yanı sıra asıl olarak Axin ve Cizreli bir sağlıkçı olan Eylem’in dilinden o günleri anlatıyorsunuz. Bu isimler özel bir tercih mi?
Evet, özel bir tercihti. Axin ve Eylem arkadaşları cezaevinde tanıdım. Axin Derya Karahan’la o ilk tutuklandığında karşılaştım. Henüz 18 yaşına yeni basmıştı. Yerinde duramayan, sürekli gülen, hayatı kendi masumiyetinden ve naifliğinden geçirerek dolu dolu yaşamak isteyen bir arkadaştı. Çok kısa süre birlikte kaldık. Eylem yani Gülistan Üstün’le de bu cezaevinde karşılaştım. Tahliyesine çok kısa süre kala bana bir gün, “Sana hayatımı anlatacağım sen de not alacaksın, belki bir gün lazım olur” dedi. Şaşırarak fakat gülerek kabul ettim istemini. Çocuk yaşta cezaevine girmiş, içeride büyümüştü. “Ünlü olmak mı istiyorsun?” diye takıldığımı hatırlıyorum. Çocukluğundan itibaren başladı anlatmaya. Ben de not alıyor, ara-sıra sorularla Cizre şehrini betimlemesine yardımcı oluyordum. Cizre’nin sokaklarını, Cudi Mahallesi’ni, Dicle Nehri’ni dedesinin köyünü anlatıyordu. Sonrasında sahiden de o notlara döneceğimi, şahadetinin ağrılı gölgesi altında anlattıklarını gözden geçireceğimi bilemeden…
Anlatımını tamamlayamadan tahliye oldu. Giderken kalan kısımlarını dışarıdan yazıp yollayacağını söyledi. Yollayamadı galiba. Kitaptaki karakterlerden biri “Toprak altındaki canlılar, toprak üstündeki ölüler” diyor. Bu söz dışarıdaki sessizliğe bir gönderme miydi?
Sadece sessizliğe değil, iç içe geçen birçok gerçekliğe gönderme var. Tabi öncelikle sessizliğe bir serzeniş, bir ağıt, bir yadsıma. Diğer yönüyle Kürd’e reva görülen gerçekliğe gönderme. Hatırlarsanız direnişin son günlerinde sokaklar, caddeler ölülerle doluydu. O sokakların özgürlüğünü sanki kendi ölümleriyle kazanmışlardı. Zira devlet nezdinde Kürtlük buydu; kimliğinle, kültürünle, iradenle toprağın üzerinde var olamazsın, yaşamak istiyorsan toprağın altına, kimsenin göremeyeceği, duyamayacağı yerlere çekilmek zorundasın. Toprağın altında da yaşam hakkı verilmedi zaten. Ortadoğu ve özelde bölgede yaşananlar birçok kesim tarafından 3. Dünya Savaşı olarak tarif ediliyor.
Kitabınıza konu olan Cizre’de yaşananlar da bu süreçten çok bağımsız değil. Sizce günümüzdeki bu savaş edebiyat tarafından yeterince ele alınıyor mu ya da bu süreç ne şekilde edebiyatın konusu yapılmalı?
Bu savaş süreci yeteri kadar edebiyat konusu mu? Emin değilim. İçeriden takip etmenin pek olanağı yok. Ancak yansıyan boyutuyla yeteri kadar işlendiğini söyleyemem. Mesela 1. ve 2. Dünya savaşlarını anlatan külliyatlar oldukça fazla. Hala da edebiyat konusu, sinema ve belgesel konusu olmaya devam ediyor. Savaşın etkilerini, sonuçlarını, eski politik – toplumsal dengelerin sarsılmasını, yani göç dengelerini, haklılığı, haksızlığı, faşizmi, özgürlük değerlerini, ölümü, aşkı, hayalleri sorgulayan ve sorgulatan, yeniden şekillendiren bir miras oluşturdular.
Bu çağın dinamikleri elbette daha farklı. Üstelik günümüzde bu dinamikleri oluşturan halkların kendisi. Var olma-yok olma savaşı denebilecek kıyasıya bir savaştır yaşanan. Bu çağın edebiyatı da yıkım kadar yaratılanı da, çatışmaları kadar yerleşen değerleri de ele almalı. “Doğu cephesinde yeni bir şey yok!” diyemeyecek denli tarihin ve tarihsizliğin, özgürlüğün ve köleliğin, komünalliğin ve toplumsuzluğun, kültürün ve kimliksizliğin savaştığı bir cephe Ortadoğu ve özelde de Kürt coğrafyası. Edebiyat, “Nasıl yaşamalı?”nın bir anlatısıysa, nasıl yaşamamak gerektiğini ve nedenlerini de yeni anlamlar etrafında üretebilmeli. Geleceğin kazanılması ve şekillenmesinde edebiyatın katkısı bu düzeyde olabilir. Takip edebildiğim kadarıyla yetersiz kaldığımız yön de bu.
Toprağın Şarkısı” kitabınızın ana temasını, sokağa çıkma sürecinde diğer kentlerde yaşananları da ötelemeden Cizre’de yaşananlar oluşturuyor. Yazmaya karar verme sürecinizi anlatabilir misiniz?
Özyönetim süreçleri yaşanırken çok şey yazılıp çizildi. Destekleyenler oldu, karşı duranlar, saldırganca suçlayanlar, görmezden gelenler kriminalize edenler… Ancak o sokaklarda gençlerin, kadınların, çocukların; umutlu, hayalci, kararlı, şen sesleri tamamen susturulduktan sonra toplumun üzerine de sessizlik kurşun gibi çöktü. Devlet şiddetinin direniş mekanlarına, o mekanların yapabileceği tanıklığa da yönelmesi bir o denli korkunçtu. Sur, Cizre, Şırnak, Nusaybin gibi kentlerde sokaklar, caddeler, evler, tarihsel mekanlar yerle bir edildi. Öyle ki üzerinden geçen buldozerler adeta direnişin belleğini silmeye çalışan bir sembole dönüştü. Yani yalnızca direnişçileri yok etme değildi dertleri, direnişe ait en küçük bir anıyı, izlenimi, çağrışımı bile yok etmeliydiler.
Şiddetin vardığı en uç en pervasız karanlık nokta… O süreçlerde yakalanan gençlere, çocuk yaştakiler de dahil en ağır hapis cezalarının verilmesi de bu karanlık yönelimin bir parçası. “Direnişe nasıl cesaret ettiler”in intikamıydı. Duyguda, düşüncede bile cesaret edilemeyeceğinin hukuki ilanıydı cezalar… Oysa o kentlerde çağın görmezden geldiği Kürt halkının en cesur, en masumane ve en devlet-dışı varoluş hikayesi yaşandı. Karanlığın toplumsal belleği karartma yönelimleri bu yüzdendi. Kitabım bu bellek kırıma karşı küçük bir direniş hali, bir karşı koyuş çabasıdır.
Bilinir halk geleneğimizde bir dengbêjlik kültürü vardır. Resmi-yazılı tarihin karşısında duran bir anlatı geleneği aşklar, savaşlar, ihanetler, ölümler, acılar bu anlatı geleneğiyle toplumsal hafızaya katılır ve sürekli canlı tutulur. Bu geleneğin aynı zamanda bir sağaltım yönü de var. O günlerde katıksız saf bir acıydı tepeden tırnağa duyumsadığımız. Bodrum yıkıntıları arasında, Surların gölgesinde, Dicle’nin kıyılarında her birimiz öldüğümüzü hissetmedik mi? O yüzden yeniden yaşayabilme gücü diyorum. Yine karanlık hala devam ediyor. O yüzden, yeniden direnebilme gücü diyorum. Bizden sonraki kuşaklar salt karanlığı tek bir gerçeklik olarak bilmesinler diye. Aslında bu süreci yazmaya iten çok neden var.
DİYARBAKIR