Bir ayı aşkın süredir yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. 11 Kasım için hazırladığım yazıma şöyle başlamıştım.
“İstanbul’a ilk kez 1961 ekiminde üniversite sınavlarına girmek için gelmiştim. Ondan önce bir yıla yakın Ankara’da kalmış, sözüm ona büyük şehir havasına alışmıştım. Malatya’daki lise ve Elbistan’daki ortaokul yıllarında köyle itrtibatımı hiç kesmemiştim. Her tatilde, hemen giderdik. 13 Kasım 1961’de Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaparak bir geldim, pir geldim. Öğrencilik, askerlik, Maliye yılları, avukatlık stajı, hep burada geçti. Burada tanıştım eşimle, burada evlendik. 1973 sonunda avukatlığa Elbistan’da başlama kararı aldım, İstanbul’da doğup büyüyen, çocukluğunda bir kez baba köyüne gitmekten başka İstanbul dışına tek çıkışı Hereke’ye kadar gitmek olan eşimle nikâhtan sonra Elbistan yolunu tuttuk. Kasım sonundaki soğuk bir günde sabah saatlerinde Kayseri yakınlarından geçerken biçer döver artığı uzun buğday saplarını gören eşimin “ekinler de iyi büyümüş” tarzındaki bilgiçliğini hala anlatırız.
Balayımıza, iki günlük düğünden sonra susuz, elektriksiz Gücük’te başladık, Elbistan’daki küçük, tek katlı bir evde devam ettik.
Üç hafta kadar sonra yazıhanemin eksiklerini tamamlamak, hukuk kitapları almak üzere tekrar İstanbul’a geldiğimizde o yıl yeni açılan Boğaz Köprüsü’ne yaklaşınca eşim bana, “yahu sen benden çok daha heyecanlısın, biraz sakin ol” dediğinde İstanbul’a ne denli bağlandığımı anlamıştım.
Elbistan maceramız ancak bir yıl sürmüş, Kasım 1974’te İsanbul’a dönüp hazır bir avukatlık bürosu devralmıştım. Geliş o geliş. 59 yıldır İstanbul’dayım.
Yetmiş dokuz yıllık yaşamımın yalnızca oniki yılını geçirdiğim köyümden hiç ayrılmadım, hiç ilişkimi kesmedim. Öğrencilik yılları dışında da meslek hayatımda, askerlikte bile yılda en az üç beş kez gittim. Uzun tren yolculuklarının tadını unutamam.
Ama hiçbir zaman İstanbul’dan da bıkmadım.
Bu yılın mart ayı başından itibaren başlayan eve kapanma süreciyle birlikte köy özlemi daha ağır bastı. Geçen yıl yaptığımız “nohut oda, bakla sofa” evimize Temmuz ayında gidip yerleştik. Hayatımda hiç bu kadar kendimi rahat hissetmemiştim. O küçücük ev etrafındaki birçok ağacı kurumuş, ot bürümüş bahçe ile bütünleşmiş olarak bana bin yüz odalı saraydan çok daha geniş geldi. Köy neredeyse boş olmasına rağmen hiç yalnızlık çekmedik. Arada bir gelen dostların konukluğu bizi daha da mutlu ediyordu. İnternet dışında hiçbir sıkıntımız olmadı.
2 Kasım’da Maraş’ta hakkımda açılmış bir davanın duruşmasından sonra 3 Kasım sabahı erkenden arabayla yola çıktık, eşim ve duruşmaya katılmak üzere gelmiş iki kızımla birlikte İstanbul yolunu tuttuk. Yolculuk, geldikten sonraki sıkıntılar ve köyün rahatlığından sonra buradaki hayata alışmak zor gibi gelecek ve bu mahpus hayatından kurtulmak için bir an önce baharın gelmesini bekliyoruz.”
Bu yazı yayınlamadan başlayan bazı sorunlar nedeniyle gazetemden de özür dileyerek bir süre ara vermek zorunda olduğumu belirttim, sağolsunlar yaşımı da nazara alarak hoşgörüyle karşıladılar.
Gerek salgın nedeniyle eve hapsolup kalmanın gerekse sağlığımdaki olumsuzlukların etkisiyle kendimi biraz dinlenmeye almak zorunluğu hissettim. Ayrıca bir de eskiden başlayıp bitiremediğim çocuklara yönelik bir çalışmaya da yeniden imkân bulursam devam etme arzusu beni bu yola itti. Bir de sevgili dostum, arkadaşım, meslekdaşım ve daha önce ilk Türkçe-Kürtçe hukuk terimleri sözlüğünü hazırlayan avukat Hüseyin Özdemir’in “ADALET, HUKUK, HUKUKÇU” başlığı altında hazırladığı kitabın taslağı üzerinde çalışmamı isteme inceliğini göstermesi beni başka meşguliyetlerden zorunlu olarak uzaklaştırdı.
Kürtçe hukuk terimleri sözlüğüyle bir ilke imza atan sevgili Hüseyin’in bu çalışması yine bir ilk. Her hukukçunun, her yazı ile uğraşanın yazılarında, savunmalarında işine yarar bir şeyler bulabileceği bir başucu kitabı, güzel bir kaynak.
Romalı şair Martialis’in bir şiirinden hep söz eder, müvekkillerime önce “en kötü sulh, en iyi avukattan daha iyidir” diyerek.
“Avukat para ister, yargıç para,
İyisi mi Sekstus borcunu öde” dizelerini okurdum. Tabii Martialis yargıcın istediği parayı rüşvet olarak mı algıladı, yoksa aslında bizim bugün de yatırdığımız dava harcı olarak mı bilemem ama galiba ikincisi.
Kitapta günümüz dünyasında ve ülkemizde adaletin içine düştüğü duruma cuk oturan sözler o kadar çok ki her isteyen istediğine uygun birini seçebilir.
“Sevgi ve kin adaleti değiştirir” sözü ile adaletin dağıtımında tarafsızlığın önemini vurgulayan Paskal, “Aşırı adalet, adaletsizliktir” diyerek biçimsel adaleti reddeden Çiçero, “Adalet, Tanrı’dan hakimlere bir emanettir” şeklindeki Latin atasözü ve daha niceleri… Hele “Adalet olmayınca devlet, büyük bir çeteden başka nedir ki?” diyen Aurellius Augustinus’a hak vermemek mümkün mü?
Yakında baskıya verilecek kitabı dört gözle bekliyoruz. Sevgili Hüseyin’e çalışmalarında başarılar dilerim.
İşte bu kadar sevgili okurlarım. Üç buçuk yılı aşkın zamandan beri her hafta size ulaşmaya çalışmanın hazzını unutamam. Hiç tanımadığım bir insanın telefon ederek yazımı beğendiğini söylemesi, hele bir zeytin yağı üreticisinin zeytin hakkında yazdığım bir yazıdan dolayı adıma gazeteye taa Yunanistan’dan bir şişe sızma zeytinyağı göndermesi beni mutlu eden olaylardır. Umarım güzel günlerde tekrar fırsat bulurum, yine size ulaşmaya çalışırım.
Sağlıklı ve güzel günlere…