Hatırlama üzerine bir şeyler söyleyip duruyor tanıdığım insanların birçoğu. Tam olarak neyi hatırlamaya çalıştıklarını isimlendiremeseler de bunların geçmişte kalan bir şeyler olduğu kesin. Yani sokağın topraklı halinden ekmeğin kokusuna kadar kaybettiğimiz birçok şeyi kapsayan bir hatırlama çabası olarak anlıyorum. Belki de hayatın sadeliği, saf sıradanlığı, kadir ve kıymetini biliyor olması, dünkü hayatın bugünkü hayattan daha yavaş ve sade akmasıyla ilgili de olabilir. Bugünün memnuniyetsizliğinin bir önceki günün kıymetinin bilinmemesi ile kıyaslanır gibi bir hatırlama havası var sanki. En basitinden sokakta oynayan çocuklarla, kapı önlerinde veya balkonlardan birbirleriyle sohbet eden komşuluk zamanlarının hatıraları geliyor aklıma. Yani bir nevi yeni bir “hafıza kültürü” oluşturma ikdamıdır belki.
Hafıza kültürü mefhumu, ne yazık ki ya bize yabancıdır ya da anti-estetiktir, bizden doğru bakarken. Oysa hafıza kültürü politik veya bilişsel nitelikte olsalar da, tarihsel olayları ve süreçleri bilince çıkarıp, akla uygun biçimlerle hafızaya tekrardan resmetmek demektir. Dolayısıyla hatırlama aktif bir mekanizma olarak bir hafıza kültürü işlevi gördüğü için hem tarihsel hem de anti-tarihsel olan kolektif bellek biçimlerine ek olarak tarihsel söylem ve özellikle “özel” anılar özgünlüğünde toplumsal hayata iz bırakan olay ve süreçlerle yüzleşme üzerine kurulan mühim bir projeksiyondur. Nitekim bireyler, sosyal gruplar ve hatta halklar bu kültürün taşıyıcıları olarak, kısmen birbirleriyle aynı fikirde, yer yer zıtlık ve münakaşa içinde görünseler de hafıza kültürünün işlevsel olması önemlidir.
Eğer terim bu geniş anlamda sağlamlaşırsa, tarihsel kültür kavramı ile eş anlama gelecek kadar kapsayıcı ve hayatidir. Ancak bu bağlamda geçmişin mevcut amaçları için değil, tarihsel olarak kurulmuş kolektif bir kimliğin oluşumu için işlevsel kullanım anından daha güçlü bir belleğe bürünür. Bu bellek, geçmiş veya tarihin alt politik okumalarıyla daha çok netleşebilir bir niteliğe sahiptir. Dahası, bellek kültürü kuramı veya yeniden hatırlama terimi geçmişin her türlü sahiplenme biçiminin eşit görüldüğüne işaret etikleri için hem bireyin kendi, hem de toplumsal tarihle yüzleşmesi için bir fırsattır. Sonuç olarak, herhangi bir hikâyeden bir hediyeye, aşktan hicrana, huzurdan hüzne, tokluktan açlığa, dostluktan düşmanlığa, erdemden erdemsizliğe, cesaretten korkaklığa, ölümden kırıma kadar hatırlama, ister olgusal isterse sembolik ve efsanevi biçimleri olsun yüzleşme için önemli bir yoldur. Hafıza bir ambar gibidir. Bu karakteri dolayısıyla da hatırlama salt geçmişe yahut maziye dönük bir aksiyon değil, aynı zamanda gelecek tasarımının, inşasının önemli araçlarından biridir.
Bunun yanı sıra zihinsel düzlemde de unutulanları tekrardan bilince çıkrama, kolektif kültürün temel bir niteliği olarak kendi imgelerinin yeniden oluşumuna katkıda bulunmak için tarihin nesnelliğini anlamlandırmak demektir. Bunun alt okumasıysa, evde kalma zorunluluğu insanın kendi geçmişine uzanmasına, üzerine düşünmesine ve yeniden hatırlamasına yol açtığı gibi bir hakikatle karşı karşıya kaldığımızı söylüyor. Çünkü salt salgının tekinsizliği değil, sosyal mesafe denilen interaksiyonun çöküşü ve evde kalma tuhaflığının ağır tesiri de bunu zorunlu kılıyor. Dolayısıyla meşkûk bir yadsınlığa dönüşen oto izolasyonun hızlı yayılışı zamanla mekânın ilişki bağlamlarını parçalara bölmüş ve insanlara geçmişsiz bir gelecek dayatmaktadır.
Ev içindeki oto izolasyon ile dışarıdaki zamanın hızı, mekanla zaman arasındaki ilişkiyi günden güne kimliksizleştiren bir mefhuma dönüştüğü için insanlar geçmişi yeniden hatırlamaya başlamıştır. Böylelikle insanlarda geçmişe bakmak üzere bir geriye bakma ve geleceğe dair yeni kapıları aralama hakikati ortaya çıkıyor. Bu hem kendi üzerine düşünme yönelimi hem de geçmişle gelecek arasında yapıcı bir bağ kurma çabasıdır. Dolayısıyla bu durum salt oto izolasyonun sebep olduğu bir nostalji arayışı ve ihtiyacı değil, aynı zamanda geleceğe dönük bir tasarım ihtiyacından doğmaktadır. Bu ihtiyaç aynı zamanda salt bireysel alana değil, kişiyi toplumun bir parçası kılan farkındalık mefhumunun hep ileriye doğru bir akış olmasının da sonucudur.
Yeniden hatırlamanın özü hafıza kültürü açısından bireysel bir bellek taraması olduğu kadar toplumsal hafızayı oluşturma ve arayışta olma halini de kapsar. Onun için hatırlama etkin bir akt olarak hem kolektif belleği canlı tutar hem de hafızayı koruma sorumluluğunu içerir. Zira hafızasız bir geleceğin kurulamayacağı gerçeği herkesin bildiği bir hakikattir. Onun için hatırlama bu anlamıyla geleceğe doğru yolda olmaya dayanırken, geçmişin izlerinin de peşinde olma serüveni demektir. Yani başta yapılması gerekeni yapmaktır, bireyin geçmişinin tamamıyla kesintisiz bir ilişki kurması ve bunu toplumsal olana aktarmasıdır. Salgın, tüm olumsuzluklara rağmen insanın kendi üzerine düşünme, geçmişte yaptıklarını, kazandıklarını, kaybettiklerini yeniden hatırlaması için bir olanak sunmuştur. Zamanın akışkanlığı çoğu zaman fark edilmeden akıyor, geride sadece hatıralar kalıyor, çoğu bir daha hatırlanmayacak olan hatıralar, onun için zaman varken mekânın şimdiki sakinliğinde yeniden hatırlamaya gayret etmek lazım. Hatırlamak için bir daha zaman olamayacak eğer hayat “normal akışına” dönerse.
Bu durumda normal denilen hayat modern insan için kendi hatıralarını hatırlamayacak kadar esnek olmak demektir zamanın darlığında. Çünkü endüstriyel toplumda bireyin bir işe veya herhangi bir sorumluluğa bağlı olmadan düşünebilmesi için vakit sahibi olması hemen hemen imkânsızdır. Oysa bugün bu imkân ve koşullar vardır ve iyi tasarlanabilirse önemli bir dönüşüme kapı aralayabilir. Unutulmamalıdır ki, antik Yunan’da felsefenin gelişmesinin en önemli sebebi köleliğe dayalı yaşamdı. Başta üretim olmak üzere neredeyse her işte köleler çalışırdı ve “özgür” olanlar bu sayede düşünmek ve gelişmek için yeterli zamana sahip olurlardı. Vakti bol olan insanın zihni, eninde sonunda sorulara sürüklenmeye, dallanıp olgunlaşmaya mahkûmdur ama kölenin değil tabii ki.
İnsanın kendisine en yakın hali bile bazen dünyanın en uzak noktasına fırlatılmış gibidir. Aklın hipnoz halleri zaman zaman hayatın soğukluğuyla çarpışır gibi olur, hayatla arasındaki bağ gittikçe incelir. Geriye sadece umut ve iyimserlik dürtüsü kalır. Cennetlik bir kapıyı arama arzusu değildir bu çaba ama hayal kurma, rüya görme, rüyasını gördüğü yeni yer hakkında övgüye değer bir ilişki kurmaya cesaret etmedir. Onun için yeniden hatırlama gayreti özellikle bu tür karamsar zamanlarda önemlidir, dünyaya iyimser bakabilmek için. Nitekim içinde bulunduğumuz hakikatin tuhaflığı Arthur Koestler’in “gün ortasında karanlık” metaforunu hatırlatıyor. Evlerimizin içi her ne kadar o gün ortasında çöken karanlığa karşı bizi koruyormuş gibi bir his uyandırsa da birçoğumuz Nabokov’un dediği gibi o karanlığın içinde kahkahalar atıp duruyoruz. Belki de bizi hayatta tutan o, ama anlaşılan bugünün karanlığı içinde sallanıp duruyor hayat, geriye sadece neşenin kaynağına açılan hatırlama kapısı kalıyor…