6 Şubat’tan bu yana kadınlar, işçiler, halklar Antakya’da, Maraş’ta, Adıyaman’da, Pazarcık’ta, Maraş’ta, Nurhak’ta ve depremin olduğu her yerde alanda yaraları sarıyor, birbiriyle dayanışıyor.
Bu felakete yol açanlar ise yaşanan katliamı sermayeye dönüştürmenin, iktidarı elinde tutmanın hesabını yapıyor. 4 gün kurtarmaya gitmemenin halkları ölüme terk etmenin sorumluluğundan, her yaptıkları katliamda olduğu gibi kaçacaklarını sanarak işlerine devam ediyorlar.
AKP-MHP iktidarı tek adam rejiminin gereğini halkları öldüre öldüre yerine getirdiği gibi kendi yarattığı baskıcı, sömürücü rejimi ile ilan ettiği OHAL maskesini takarak sermayeye yeni kapılar açan kararlar almayı sürdürüyorlar. OHAL gereği yayınladığı 24 Şubat 2023 tarihli 216. CB kararnamesi ile 2000’li kapitalist sistemin krizleri için çözüm olarak, bulduğu kentleri yeniden kent kimliğinden kopararak halkları yerinden ederek üreten TOKİ’leştirme, doğal alanları yapılaşmaya açma yöntemini hızla devreye soktu. Bunu yaparken daha önce sermaye birikimine sokmak için düzenlemeler yaptığı (gerektiğinde yapılaşmaya açılabilecek vasıf değiştirilebileceğini “yasal” hale soktuğu) orman ve mera kanunlarına atıfta bulunarak yeni yapılaşma alanlarını bir kez daha tanımladı. Bu alanlara CB olarak önce bizzat el koyacağını ilan etti. Bu işlemler sırasında doğal alanların Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği (ÇŞİD) Bakanlığı tarafından planlama süreçlerine sokulmaksızın yapılaşmaya açılmasını, kendince “yasal”laştırmış oldu. Siyasi iktidar ÇŞİD ile şirketleri halkların yaşam yerlerini yıkacak yetki ve güvence ile donattı. Hatırlayacağımız gibi kentsel dönüşüm mevzuatı çıkararak 2012 yılında yürürlüğe soktuğu, sözde afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde sağlıklı ve güvenli yaşama çevreleri oluşturmak için iyileştirme yapacağını iddia ettiği 6306 sayılı yasayla TOKİ Bakanlığı olarak yapılandırdı. Böylece kentleri yeniden ve içinde yaşayan halklardan kopararak inşaat şirketlerinin sermaye birikimine aktardı. İmar afları çıkararak katliama yol açacak doğal alanlara el konarak yapılan tüm müdahaleleri devletin güvencesine soktu. Son kararname ile yaralarını sarmaya çalıştığımız deprem faciasının yaşandığı tüm yaşam alanlarını, devletin hibe desteği ulusal ve uluslararası sermayeye sunmakta. DASK ile halklardan topladığı haraçların, vergilerin de bu hibe kapsamında şirketlere (Marmara-Düzce depreminden beri yaptığı sermayeye aktarım örneklerinde olduğu gibi) aktaracağı ortaya çıkmış oldu.
Adana Ekoloji Platformu, Artur Çevre Platformu, Bakırtepe Çevre Platformu, Büyük Menderes İnisiyatifi, Çekerek Irmağı Özgür Akacak Platformu, Çevre Mühendisleri Odası, Disk/Dev Yapı-İş, Divriği Yaşam ve Doğa Platformu, Ekoloji Birliği, Ekoloji Politik, Gaia Dergi, İklim Adaleti Koalisyonu, Kuşadası Çevre Platformu, Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Muğla Çevre Platformu, Munzur Çevre Derneği, Polen Ekoloji Kolektifi, Samandağ RES Karşıtı Mücadele, Turgutlu İşçi Hakları Derneği Ekoloji Komisyonu, Umut-Sen, Validebağ Gönüllüleri, Van Çevre Tarihi Eserleri Koruma Araştırma Ve Geliştirme Derneği, Yeryüzü Ekoloji Kolektifi, Yeşil Sol İklim Krizi Çalışma Grubu, Yeşilırmak Çevre Platformunun imzacı olduğu Ekoloji Örgütleri yayınladıkları basın açıklamasında: “126. Kararname’nin talancı ve rantçı anlayışı, başka şehirlerde de görmeye devam ettiğimiz, kentleşme ve konut sorunumuzu yeniden üretmekten, başka afetleri ve acıları yeniden yaşatmaktan başka bir işe yaramayacaktır” diye siyaseti uyardı ve tüm ekoloji, emek, demokrasi örgütlerini dayanışmaya çağırdı.
Kapitalist sistem iktidarları, şirketleri, şirketleştirmiş devlet organları ile kendini her faciadan kendini yeniden üreterek çıkmaya çalışırken yaşadığımız deprem faciasında da 3. Havalimanı inşaatında, kentlerdeki kentsel dönüşüm projelerinde olduğu gibi yapı stoklarının altında işçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, çocuklar, yaşamın tümü kaldı. Kapitalizmin tarihsel krizlerine şirketlere destek vererek, politika üreten siyasi iktidar ise kendisinin de girdiği ve giderek boğulduğu siyasi krizden seçimle, bildiği katliam yöntemlerini, halkları yaşamdan kopararak, yaşam alanlarını, doğal ve kültürel varlıkları sermaye birikimine sokarak, işçileri emekçileri ürettiği bu yeni yapı stoklarının altında katlederek, bu stokları üretirken sömürerek çıkabileceğini hâlâ hayal ediyor. 100 yıldır halkları ayrıştıran sömüren, yaşamı katleden siyasi akıl bugün yaşadıklarıma ait sorumluluklarını hafriyat yığınlarının altında yaşamı bıraktıkları gibi yeniden ve yeniden bırakabilecekler.
Yaşadıklarımız bir kez daha gösterdi, şifa da sarmalayan da halkların dayanışmasıyla gerçekleşti. Yerel yönetimler halkların özgürlüğü için var olabilseydi, halkın iradesine yok sayan kayyımlar görevde olmasaydı, ne yapılaşmanın yolmaması gereken alanlara şirketler o alanları betonlara dönüştürebilirdi ne imar affı uygulanırdı. Bu katliamı yaşamazdık. Bizler olası birkaç yıkıma hızla, hiç vakit kaybetmeden desteğe, kurtarmaya giderdik. Kentlerde yıkılan altında hastaların doktorların kaldığı özel/şehir hastaneleri hiç var olmazdı örneğin, doktorlar, sağlık emekçileri halkların yardımına gittiğinde onları oradan uzaklaştıran kimlikler barınamazdı aramızda.
Bir daha bu katliamları yaşamak istemiyoruz. Egemen, ırkçı, kapitalist, faşist zihniyetli, kimlikli siyasetçilerin ne dedikleri ile ilgilenmiyoruz. Halkları seçime zorlayan erkek egemen siyaseti de siyasetçileri de istemiyoruz.
8 Mart’ta kadınlar, işçiler, emekçiler alanlarda açıkça söyledi. Kadın özgürlüğünü, halkların kardeşliğini, yaşamın özgürlüğünü, emeğin sömürüsüne son veren siyaseti kadınlar, işçiler emekçiler, eşit ve özür yaşamı örecek gençler, halklar olarak kuracağız. Bugün yükselen söz de umut da irade de budur.