“Çivisi çıkmış dünya” deyimi son dönemin en sık tekrarlanan şaşkınlık ifadelerinden biri. Şaşkınlıkla birlikte kestirilemezlik, belirsizlik ve bunların yarattığı tedirginlik de dile gelir bu deyimde. Her defasında sesimizin kıvrımlarına tüm bu duyguların ağırlığı da yüklenir. Kimi zaman biri daha baskın olur kimi zaman diğeri…
Fakat aynı zamanda bir teşbih olan bu deyimin hiç olmadığı kadar gerçeğe yaklaştığı günlerdeyiz. Dünya bu barbarlık düzeninin açgözlü-sömürgen iştahıyla gerçek anlamda bir yok oluşa doğru yuvarlanıyor. İklim değişiyor, kuraklık çanları çalıyor, sular tükeniyor, denizler ısınıyor, buzullar eriyor, doğanın bozulan dengesi her gün yeni bir felaketle varlığını hissettiriyor.
Siyasette, ekonomide, kültürde, sömürünün enva-i çeşit biçimlerinde, saldırganlıkta kısacası her alanda “normal” zamanlarda aklımıza dahi gelmeyecek pek çok şey en şaşırtıcı biçimleriyle kaşımıza çıkıyor, “olmaz bu kadarı da” denilen her şey yeni “normal” haline geliyor.
Tarihin doğru yerinde durmak da buna göre hazırlıklı olmak da bu belirsizlik, akışkanlık içinde dün olduğundan daha da zor hale geliyor. Tam da bu nedenle dünümüzün tüm değer, deneyim ve anlamlarına olduğu kadar, bugünün belirsizliği içindeki geleceğimizin dinamiklerine asılmak bu kaos içinde boğulmamamız için tutunacağımız yegâne iptir.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde yaşananlar ve o tarihsel koşulların temel dinamikleri bugün için fazlasıyla söz konusudur. Dünyanın ipini ele geçirmiş tekeller, tröstler, siyasi temsilcileri ve devletleri yükselen toplumsal hoşnutsuzluklar, devrimsel gelişmeler karşısında nefeslerini tutmuş bekliyorlar o kesitte. Yaşlı Avrupa’dan Rusya’ya, daha uzak coğrafyalara uzanan bir devrim dalgası onlar açısından yarını belirsiz kılıyordu.
Bu tabloya bir de emperyalist hegemonya yarışında trene sonradan atlayan ve “Güneşin Batmadığı İmparatorluk” olarak bilinip o döneme kadar baskın güç olmanın keyfini yaşayan İngiltere’ye atılan Almanya ve ABD çalımı ekleniyordu. O kadar ki ‘bu dönemde, Almanya’da üretici güçlerin, özellikle kömür ve demir sanayisinin gelişme hızı, Fransa ve Rusya şöyle dursun, İngiltere’dekiyle bile kıyaslanmayacak kadar hızlı olmuştur’. Lenin, durumu o ünlü “kuvvetler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” sorusunun içindeki yanıtla tasvir eder.
Baskın emperyalist güç olan İngiltere’nin konum kaybettiği, Almanya gibi yeni emperyalist aktörlerin sahneye hızla daldığı, ABD’nin sessiz sedasız yeni bir odağa dönüştüğü o koşullarda sorunu güç kullanmak yani bir paylaşım savaşı çözecektir.
Çelişkilerin alabildiğine keskinleştiği, emperyalist rekabet ve eşitsiz gelişim yasasının hükmünü konuşturduğu böylesi koşullarda bir Sırp milliyetçisinin Avusturya prensi ve eşine yönelik suikastı, nefesini tutmuş bekleyen akbabaların bir dünya savaşının pimini çekmelerinin fırsatına dönüştürülmüştür. Dünya katmanlı toplumsal-ekonomik krizlerle boğuşurken aniden başka bir iklime geçmiş, devrim beklentisi ve korkusu sermaye açısından savuşturulurken, işçi ve emekçiler açısından geleceğe ertelenmiştir.
“İlginçtir” grevlere, direnişlere hazırlanan ve emperyalist sermayenin hemen tüm bölüklerinde devrim korkusu yaratan işçi ve emekçiler de hızla bu savaş arabasına bağlanmıştır. O dönemi anlatan romanlar ya da bizzat o dönemin sosyalist liderlerinin tutumu bu açıdan sarsıcıdır. Sosyal şovenizmin, sosyal emperyalizmin türlü türlü kılıflarla teorileştirilip meşrulaştırıldığı günlerdir bunlar. En tutarlı görünen aydınlar, sosyalistler, komünistler kitlelerin kışkırtılan savaş havasındaki coşkunluğuna övgüler dizer; bu coşkunluğun körelen, yaşlanan ulusal aidiyet duygularını, kolektif seferberlik ruhunu canlandırdığına dair dizeler döker, metinler yazar.
Savaş bizzat 2. Enternasyonal liderlerince kutsanır, işçi sınıfı mücadelesi sermayenin istekleri temelinde tatil edilir. “Savaşa hayır” diyen tutarlı aydınlar, komünistler, devrimciler gerici histerinin hedefi olur.
Yön duygusunun, ilkelerin, gelecek bilincinin tatile gönderildiği ve zaten yaşanan ideolojik-siyasi kırılmanın sıçramalı bir nitelik kazandığı bu zorlu süreçte bir avuç komünist, tutarlı aydın ve liberal “savaşa hayır” demiş, Lenin gibi güçlü devrim iddiası taşıyanlarsa savaşın iç savaşa dönüştürülmesi çağrılarıyla yapayalnız kalmışlardır.
Bugün de emperyalistler arasındaki hegemonya mücadelesinin alabildiğine keskinleştiği, artık “vekalet savaşından” doğrudan-fiili olarak dahil olacakları savaşların eşiğine dayandığımız günlerdeyiz. Her an her şeyin olabileceği bir iklim bu!
Güçlü bir stratejik tarih bilincinin kuşanılması, en zorlu anlarda bile tarihin yönünü ileriye döndürecek bir tutumun sahibi olunması dışında bu kaosta boğulmaktan kurtaracak bir şey yok! Kazanan da bu olacaktır, tıpkı tarihte olduğu gibi…