Ragıp Zarakolu
İskan Tolun’un “Deniz’in Ütopyası” adlı kitabı yakında çıkıyor. Bakalım modern dengbej diye nitelediğim, nasıl vermiş arkadaşım Deniz’in söylencesini.
Birçok kimliği bağrında taşıyan bir yazar İskan Tolun. Bizim Türkiye’de insanlar köken aramaya meraklıdır. İllaki sorarlar, nerelisin? Hızlarını alamayıp ne kökenlisin? Yaşadığım İsveç’te değil.
Türkçe yazan, anadili Kürtçe, Ezidi kökenli bir yazar İskan Tolun. Beşirili, Türkiyeli, Almanyalı bir yazar. Ama kimliklere hapsolmamış. Kimliği yazar, vatanı dünya.
“Üç Kafadarın Dönüşü” adlı kitabına Yılmaz Güney de duhul olmuştu. Yılmaz Güney yaşasa, Üç Kafadar’dan ne güzel film çıkarırdı diye düşündüm. Bir gün film olacağına inanıyorum Üç Kafadarın öyküsünün.
Bu arada İsmail Beşikçi’nin dileğini yerine getirmek için Kürtçe çocuk kitabı hazırladığını, yayınevinin arka sayfalardaki ilanından öğrenip seviniyorum. İskan Tolun geçenlerde çocuklarla Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etti. İzlenimlerini yazmasını istedim. Sağ olsun kırmadı, paylaştı benimle.
“Çocuklar, ‘Baba, bir haftalığına Paris’e gideceğiz, sen de gelsene bizimle,” dediler. Paris’ten söz edilince, ışıklarla donatılmış görkeminden, dünyaca ünlü bu meşhur şehrin Eyfel Kulesi’nden ziyade aklıma ilk Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etmek geldi. Zaten doğum günü olan 1 Nisan‘da gidip ziyaret etmek istiyordum, lakin araya bir şeyler girdi, olmadı. Gecikmişti. ‘Peki,’ dedim…
Çocukluğumdan beri hayranı olduğum, çok sevdiğim, 70’li yıllarda sinemalarda gösterime girmiş olan bütün filmlerini seyrettiğim ve o tek odamızın boş duvarını boydan boya resimleriyle süslediğim Yılmaz Güney.
Bizimkiler, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ilan edildiği gün, bütün resimlerini duvardan söküp tandırda yakmak zorunda kaldılar, maalesef.
Neyse ki bu arada çocuklar boş bir yer bulmuşlardı ve baharda ağaçlardan dökülmüş olan tohumları/artıkları elleriyle temizliyorlardı, nihayet çiçeği bırakabildim, derin bir saygıyla. Hayranlarının kâğıt parçalarına yazmış oldukları notları, gazetelerden kesilip çiçeklerin üstüne bırakılmış yazıları okudum, uzun bir süre. Daha sonra yukarıya doğru yüz, yüz elli metre kadar gidip Ahmet Kaya’nın mezarını da ziyaret ettik, çiçekler bıraktık…
Yılmaz Güney’in filmleri ile büyüdüm diyebilirim. Onunla ilgili olan herbir şeyi, her zaman merakla takip ediyorum. Bütün eserlerini, romanlarını ve onu anlatan yazıları, kitapları zevkle okuyorum ve de defalarca seyretmiş olduğum filmlerini de arada bir hâlâ ilgiyle, zevkle seyrediyorum. Bu her zaman böyle devam edecek. Bu sevgi hiçbir zaman bitmez, gittikçe de artar…
Ama Yılmaz Güney’e karşı yeni neslin sevgisi bambaşkadır, bizi aştı kanısındayım. Artık gençler onu yüreklerine kazarcasına dövmesini vücutlarına kazıyorlar. Yılmaz Güney’i seven gençler Youtube’ta filmlerine ulaşabiliyorlar ve böylece hayranlıkları daha da perçinleniyor.
Sadece bir filmini izledikten sonra, hayran kalıp koluna, dövmesini kalbine kazarcası işleyen Batmanlı Faruk’un (Duisburg, Öz Urfa Kebap Salonu’unn garsonu) Yılmaz Güney’e olan hayranlığı oldukça dikkatimi çekti. Dersimli, Devrim adında bir arkadaşı onu evine davet edip videoya kaseti takıyor: Umutsuzlar adlı filmini…
O günden sonra Faruk, Yılmaz Güney’e hayran kalıyor ve odasının duvarlarını, tıpkı benim gibi resimleriyle donatıyor. Batmanlı Faruk bununla da yetinmiyor elbette, ilk fırsatta koluna dövmesini kazdırıyor…
Faruk gibi daha nice gençlerle konuştum, hepsi de taparcasına bir sevgiyle Yılmaz Güney’i sevdiklerini beyan ettiler. “Mezarına gideceğim, gittim, bir daha gitmek istiyorum,” diye sorularımı yanıtlıyorlardı. Hatta, sadece mezarını ziyaret edip çiçek bırakmak için binlerce kilometre yol kat edip gelen arkadaşlarından, akrabalarından, tanıdıklarından söz edenler de vardı. Hatta ve hatta mezar taşlarını yıkamak için gelen grupların olduğunu da anlattılar.
Mezkûr romandan birkaç kısa kesit:
“Dünyayı ışığa boğan bu güneşli; güzel havadan faydalanarak, iliğinde hissederek, tadını çıkarmak istiyordu Yılmaz Güney, henüz yeni geçmiş olan o zemheri, karakışın ustura gibi keskin soğuğuna nispet, inatla. Bugün gökyüzü tertemizdi; masmaviydi, bir tek bulut bile yoktu, lekesiz ve tepeden, dünyaya doludizgin gülümseyen, sarı sarı, pırıl pırıl ışıklar saçan, tek başına özgür, yapayalnız, koskocaman bir bahar güneşi vardı. “
Bu dünyadan bir Yılmaz Güney geçti… Çirkin Kral…
“Konunun dışına çıkmayayım derken yine onlarca iç karartan haberler düşüyor ekrana” diyor İskan Tolun:
“Osman Kavala ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi. Yüzlerce, hatta binlerce suçsuz aydın, yazar, gazeteci, politikacı, akademisyen ceza almış içerde yatarken, suçsuz biri daha ceza aldı. Onun suçsuz olduğuna herkes gibi ben de inanıyorum ve en kısa zamanda düşüncesinden dolayı hapis yatanların, özellikle de hasta tutsakların özgürlüğüne kavuşmasını canı gönülden istiyor, diliyorum…
Enflasyon, hayat pahalılığı hat safhadayken sınır ötesi operasyonlar kesintisiz devam ediyor ve bu operasyonlarda kimyasal silahlar da kullanılmıyor değil. Ve gel gör ki, kimyasal silahların kullanıldığı bölgelerde gaz maskelerinin yasak olduğu söyleniyor. Normal maskelerin artık takılması zorunlu, hatta karakteristik bir eşya hâline geldiği bir dönemde, kimyasal silahların kullanıldığı bölgelerde gaz maskelerinin yasaklanması hangi vicdana sığar? Olacak bir iş mi bu? Tarihte, böyle bir zorbalık, vicdansızlık, adaletsizlik yok. Bu, hiçbir diktatörlük döneminde ne görülmüş, ne de duyulmuştur. Ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi Irak hükümeti Şengal’e sevkiyat, yığınak yapıyor. Dünya kamuoyunun Ukrayna’ya karşı yürütülen haksız savaşa gösterdikleri duyarlılığı bütün haksız savaşlara, katliamlara, işgallere, tehditlere karşı göstermelerini diliyor, umuyorum.
Savaş, katliam, tehdit, enflasyon, hayat pahalılığı, geçim derdi olmayan özgür bir dünyada gönenç yaşamak dileğiyle!”