Erol Katırcıoğlu
Her kendini “kurucu” gibi gören iktidar, ilk iş olarak kendinin yaslanacağı bir sermaye tabanı yaratmak ister. Cumhuriyet’in kuruluşu buna örnektir. Cumhuriyet 1923’de kurulduktan kısa bir süre sonra İş bankası’nı kurarak böyle bir hamle içine girdi. Başında Celal Bayar gibi bir kişinin etrafında bugünün iş dünyasının temelleri atıldı. Bu temeller bir yandan devlet işletmelerinden, bir yandan da eskinin Osmanlı tüccarları ve azınlık ailelerinden oluştu. 1960’larda ise 1980’e kadar sürecek meşhur “ithal ikameci iktisat politikalarıyla” bu iş dünyasına yeni aktörler dahil oldular. Koçlar, Eczacıbaşıları, Sabancılar bu sürecin içinde doğmuş ve büyümüş sermaye kesimleri oldular.
Diyebiliriz ki bütün bu süreçte, içinde Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Turgut Özal gibi siyasiler olsa da genel karakteri Laik ve Kemalist olan bir siyasi iktidarın sermaye tabanı böyle oluştu. Sanırım bu sermaye gruplarının oluşturduğu kurumun adı da TÜSİAD’dır.
2000’lere yaklaşırken, Cumhuriyet’in toplum için oluşturduğu gömleğin içine, Kürtlerden sonra bir de Siyasi İslamcılar denilen kesimin sığmadığı görüldü. Daha çok “Anadolu Sermayesi” denilen KOBİ niteliğindeki işletmelere yaslanan Siyasi İslam’ın partisi Adalet ve Kalkınma Partisi 2002’de iktidara geldi. Cumhuriyetçi sermayenin büyüklüğüne kıyasla küçük Anadolu işletmeleri çok cılızdı ve iktidara gelmiş bir parti olarak AKP, yeni ve güçlü bir sermaye tabanı yaratmalıydı. Nitekim, kendisinden önceki Laik-Kemalist iktidarların yaptıkları gibi, AKP de devletin bütün imkanlarını kullanarak kendi sermayesini yarattı. Bu sermaye önceleri inşaat sektörüyle ve kamu altyapı yatırımlarıyla, daha sonraları enerjiden makine yatırımlarına kadar birçok alanda yatırım yaparak Cumhuriyet sermayesinin de üzerinde bir sermaye birikimi sağladı. Kimilerinin “5’li Çete” olarak adlandırdığı ve başlangıçları ve ilişkileri iç içe geçmiş bu beş şirketin artık AKP’nin arkasındaki bütün sermaye gruplarını simgeleyen bir isim olduğu ortadadır. Bunları da daha çok MÜSİAD’ın temsil ettiğini söylemek çok yanlış olmaz.
Bu bilgileri burada özetlememim sebebi ise, AKP’nin bugünlerde çokça tartışılan “Yeni Ekonomik Modelin” bir özelliğinin altını çizmek.
“Yeni” deseler de “heterdoks” deseler de aslında uygulanmakta olan model, düşük faiz, yüksek kur, cari fazla ile dolambaçlı bir yoldan enflasyonla mücadele ettiğini söyleyen bence Ortodoks bir model. Yüksek kurun ihracatı teşvik, ithalatı azaltarak ortaya koyacağı etki tabii ki cari açığın kapatılmasına yönelik olumlu bir adım olacaktır. Tek şartla! O da yüksek kur nedeniyle pahalılaşan ithalatı ikame edecek ürünlerin içeride üretilmesiyle. Aksi durumda kurun yükselmesi ithalatı pahalılaştırdığında, azalan ithalatla birlikte üretimin ve istihdamın azalması, enflasyonun artması kaçınılmaz olacak cari açık kapanmak şöyle dursun bir kez daha artacaktır. Zaten üretimi ithalata bağımlı olan Türkiye ekonomisinin en sıkıntılı yanı da bu değil miydi?
Peki bu politikayı önerenler bunun böyle olacağını bilmezler mi?
Bence bilirler. Ama göze alabilecekleri bir risk vardır. Bu risk, yazının girişinde altını çizmeye çalıştığım AKP’nin dayandığı sermaye kesimleriyle ilgili. Eğer bu sermaye kesimleri ithalata konu olan malları içerde üretebilme imkanı yaratabilirlerse ithalata bağımlılığımız azalacağından cari açık gerçekten düzelebilir.
Bu model çalışır mı sorusuna bu yazının amacı nedeniyle girmem ve olumlu bir cevap vermem zor. Ama iktidar neden böyle bir dönüş yaptı ve neden böyle bir politika ortaya koydu sorusuna verilebilecek yanıtlardan biri bence, AKP’nin yaslandığı sermaye kesimlerine, kurları yükselterek ithalatı pahalılaştırmak ve oluşacak yüksek kar marjlarıyla ve kullanacağı devlet destekleriyle yarattığı sermaye tabanını seçim öncesinde daha da güçlendirmek.
Bu süreçte ithalat bağımlılığı azalır ve iktidarın arzuladığı cari fazla vs sağlanır ve ekonomi düze çıkabilir mi? Bunu bilmiyoruz demek istiyorlar. Bir risk var ve biz bu riski göze alıyoruz diyorlar. Bize sormadan, bizi düşünmeden.