Berlin Duvarı yıkılıp Doğu Bloku dağılma sürecine girdiğinde, soğuk savaşla birlikte silahlanma yarışının da son bulacağı, kaynakların insanlığın refahı için harcanacağı, sınırların eski önemini yitireceği ve dünyaya barışın, demokrasinin, özgürlüklerin egemen olacağı propagandası yapılıyordu. Avrupa, tek kutuplu yeni dünya düzeninde insan haklarının ve sosyal hakların gelişmesine öncülük edecek, dağılan Doğu Bloku ülkelerini içine alarak genişleyecek olan Avrupa Birliği (AB) ile sınırların ortadan kalktığı “tek Avrupa” idealine ulaşılacak ve bu ideal, tüm dünyaya örnek olacaktı.
AB, Berlin Duvarı yıkılırken öngörüldüğü gibi Avrupa topraklarındaki eski Doğu Bloku ülkelerinin birçoğunu bünyesinde toplayarak 1989’da 12 olan üye ülke sayısını 27’ye çıkardı ve uluslararası büyük bir birlik haline geldi. Ancak yapılan propagandanın aksine, Doğu Bloku dağılarak dünyanın yeniden kapitalizmin egemen olduğu tek kutuplu hale gelmesiyle beraber, kutuplar arasında denge unsuru tamamen ortadan kalktı; insan hakları ve sosyal haklara yönelik ihlaller sistematik hale geldi. Ortadoğu’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Kuzey ve Doğu Asya’da emperyalist güçlerin doğrudan ya da vekâlet yoluyla gerçekleştirdiği savaşlar, etnik ve mezhep çatışmaları, -silah teknolojisinin de gelişmesiyle- vahşet boyutuna ulaştı. Öte yandan doğa katliamları ve Kuzey-Güney arasında yaratılan eşitsiz gelişme yoksulluğu, açlığı beraberinde getirdi. Hayatta kalabilmek için savaşın vahşetinden ve aç kalma riskinden kaçarak göç etmeye -sığınmaya- çalışanların ise öncelikli hedefi, “tarihsel olarak insan hakları ve sosyal hakların beşiği kabul edilen” Avrupa topraklarına ulaşmak oldu.
Oysa kurtuluş olarak görülen Avrupa, hayali kurulan özgürlüklerin, refahın diyarı değildi artık. Tek kutuplu dünya düzeninde barışın, insan haklarının, demokrasinin öncüsü/teminatı olması beklenen AB, diğer kapitalist/emperyalist ülke ve bloklarla birlikte küresel düzeyde artan eşitsizliklerin ve göçün nedeni olan vahşeti yaratan ana aktörlerden biri haline geldi. Dahası AB ülkelerine yönelen göçmen -sığınmacı- akını karşısında, yabancı düşmanlığı üzerine inşa edilen ırkçı/şoven akımlar güçlenerek birçok Avrupa ülkesinde iktidarı ele geçirdi. AB, izlediği göçmen politikalarıyla bırakın demokrasinin, insan haklarının öncüsü olmayı insan haklarını, sosyal hakları güvence altına alan uluslararası normları yok sayıp, milyonlarca insanı göç yollarında ölüme terk etmekten kaçınmayan acımasız bir güç odağına dönüştü.
Avrupa Parlamentosu’nda geçtiğimiz hafta içinde onaylanan -Aralık ayında AB Komisyonu tarafından kabul edilen- yeni Sığınma ve Göç Anlaşması’yla AB, müsebbibi olduğu savaşlardan, ekonomik ve ekolojik yıkımdan kurtulmak için can havliyle sığınmak isteyenlere yönelik güvenlikçi politikalarını norm haline getirerek perçinlemiş oldu. Genel Kurul oylaması öncesinde, “Bu anlaşma öldürür, hayır oyu verin!” sloganlarının atıldığı bir takım protestolar yapıldıysa da anlaşma, Parlamento’daki milliyetçilerin/ırkçıların, liberallerin ve sosyal demokratların oylarıyla kabul edildi.
Avrupa ülkelerine iltica etmeyi neredeyse imkânsız hale getiren bu anlaşma, insan hakları savunucuları tarafından -Türkiye gibi- üçüncü ülkelerle yapılmış olan sığınmacıları AB sınırları dışında tutmaya yönelik ikili anlaşmalarla birlikte ele alınıyor ve “AB’nin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi başta olmak üzere uluslararası hukukta yer alan sığınmacılara yönelik sorumluluklarından tamamen kaçınması” olarak değerlendiriliyor. Bu değerlendirme uzun süredir tanık olduğumuz; AB’nin insan haklarından ve demokratik değerlerden tamamen uzaklaşmış olduğunun bir kez daha tescillisi oluyor aynı zamanda.
Bütün bunlar bir zamanlar Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve sosyal hakları AB üyeliğine endeksleyerek mücadeleyi gereksiz görenleri anımsatıyor; bu değerler için mücadele etmek, direnmek yerine halen AB’den medet umanları görmek ise şaşırtmaya devam ediyor.