Bu yazı yayınlandığında; oy hırsızlıkları, sandık taşımalar, belki de yer yer çatışmaların yaşanmasından sonra seçim sonuçları netleşmiş olacaktır. Büyük olasılıkla HDP barajı aşıp Meclis’e girmiş ve muhalefet Meclis’te çoğunluğu elde etmiş, CB seçimi ikinci tura kalmış olacaktır.
Diktatörlerin seçimle gitmesi çok az rastlanan bir durumdur, ama eğer karşılarında büyük ve kararlı halk kitleleri varsa ve her türlü “barut”larını yitirmişlerse, bu gerçekleşebilir de… Ancak, halkına karşı onulmaz suçlar işlemiş diktatörlerin son ana kadar direnecekleri ve bunu da çok daha fazla kan dökerek yapabilecekleri de beklenen bir durumdur. Tarihte bunun pek çok örneği vardır: Kimi, tüm barutunu yitirdiğinde kuzu kuzu yargılanmayı beklemiş, kimisi intihar etmiş, çoğu da yurtdışına kaçmıştır. Görünen, bir yanda saklı duran iç savaş seçeneğinin dışında, her türlü “barutun” yitirilmiş olduğudur: Seçime yatırım amaçlı gerçekleştirilen Afrin, Menbiç, Suruç, Kandil operasyonlarının “milliyetçi”-muhafazakâr kitlede artık bekledikleri etkiyi yaratmaması; her türlü vaadin artık bir yalandan ibaret olduğunun ortaya çıkması; ekonominin iyice dibe vurmasından dolayı sadaka toplumuna verilen payın kısılması, işsizliğin ve işten çıkarmaların artması; zulmün artmasına rağmen direncin azalmayıp çoğalması; yurtdışı desteklerinin azalması ama gerçek (Eyy ABD, eyy İsrail söylemlerine rağmen) destekçilerin açıkça ortaya çıkması, vb var olan barutun yitirildiğini, artık zulmün de işe yaramadığını ortaya sermektedir. Geriye, İdlib’de koruma altına alınan eli kanlı yobaz çeteleri, Suriye’den geçirilip yurtiçinde bekletilen caniler, Afganistan’dan ithal edilen El Kaideciler, HÖH’ler, SADAT’lar falan kalmaktadır. Bu bakımdan önümüzdeki günler çok kritiktir; ballı-börekli ve dikensiz soygun ve talan düzeninden nemalananlar bu düzeni kolay kolay bırakmak istemeyeceklerdir. Ancak, her ne olursa olsun tüm diktatörlükler gidicidir, bu da öyle olacaktır.
Şimdi, göstermelik seçim de olsa “normal” koşullar yaşanacağını düşünerek devam edelim. Muhalefetin bir kısmı, sınırlı burjuva demokrasisine yeni bir anayasayla dönme konusunda anlaşmış görünmektedir, ancak bu çok parçalı muhalefetin hangi konularda ne kadar anlaşabileceği de kuşkuludur. Her şeyden önce her birinin “demokrasi”den ne anladıkları konusunda farklılıklar olduğu son derece açıktır ve büyük olasılıkla da bu “demokrasi” yine sola ve gerçek demokrasiye kapalı olacaktır. Her ne kadar var olan kadroların temizlenmesi (ki, temizlenmezlerse her türlü engellemeyi yapacakları açıktır) konusunda hemfikirmiş gibilerse de aynı ayrışma burada da gözlenebilecektir; geçmişteki uygulamaları belli olanların Kürt sorununa ve cemaatlere (FETÖ dışında pek çok cemaat var) farklı yaklaşacaklarını beklemek hayal olur. Yine kapitalizmin nimetlerinden yararlanmak isteme konusunda da ayrışmaların olacağını beklemek gerekir. “Restorasyon” eskinin geri getirilmesi olacaksa, vay halimize… Bunu bozacak ve sola çekecek olan sol güçlerin doğru tavır ve politikaları olacaktır.
Her ne olursa olsun, öncelikle bu deli saçması dönemin son bulması gerektiği konusunda herkes hemfikirdir ve hem yukarıda sözü edilen militarist seçeneklerin durdurulması hem biraz nefes alınması açısından, bu cephe ne kadar geniş tutulursa o kadar daha yararlı olacaktır. Aksi halde, ufacık umut kırıntılarından hemen devrim çıkmasını beklemek, ne bu toprakların hammaddesini ne de kendi yapısını iyi tanımak anlamına gelir. Bilimsel bakış açısı somut durumun somut tahlilini yapmaktan geçer; bunun için strateji ve taktiklerin iyi belirlenmesi gerekir. Koşullar iyi tahlil edilirse, iyi taktikler geliştirilebilir; aksi halde, Gezi’den devrim bekler, en geniş kitle ortak amaçlar için bir araya gelmişken hemen her grupçuk kendi “küçük” flamasını açarak parse kapmaya çalışırken ortada kalıveririz. Bugüne kadar bu strateji ve taktikleri (isterseniz takiyye deyin) en iyi AKP gerçekleştirmiş görünmektedir. “Kör gözün parmağıma” yerine, aşama aşama adım atmak hele bugünkü koşullarda daha da gerekli görünmektedir; böyle bir taktik, hiç kimseyi asıl amacından vazgeçmiş bir dönek yapmaz. Gördüğüm kadarıyla, ülkemizde en büyük “sol çocukluk hastalığı”, “küçük olsun benim olsun”, “ben haklıyım”, “ben yönetmeliyim” türü benmerkezci ve hatta bencil tavırlar olmuştur ve en büyük zararı da bu tavırlar vermiştir. Sosyalizm, bilimselliğe dayanır, duygusallığa değil. İçinde bulunduğumuz dönem, herkesin ortak amaçlar doğrultusunda hareket etmesini, kendi öznel bakış açılarından feragat etmesini zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk önümüzdeki dönemde çok daha önemli olacaktır. Unutmayalım ki, özlediğimiz şeylerin gerçekleşmesi çoğu zaman bir insan ömrünü aşmaktadır. “Dün dünde kalmıştır, şimdi yeni şeyler söyleme zamanıdır cancağızım.” Haydi hep birlikte, tüm kuruntularımızı bir yana bırakıp yeni bir yaşama “merhaba” diyelim…