Pakrat Estukyan
Ermeni halkının kırım veya büyük felaket gibi sözcüklerle andığı ağır travmanın en yaygın tanımlarından biri de ‘20. yüzyılın ilk soykırımı’ oldu. 1915’den 25 yıl sonra 6 milyon Yahudi’nin imhasına yol açan tarihin en kitlesel soykırımına, Holokosta ilham kaynağı olduğu yaygın bir kanaattir. Nitekim Hitler’in bir konuşmasında “Ermenilere yapılanları hatırlayan var mı?” sorusuyla insanlığa karşı işlenen suçun cezasız kalacağı konusunda kendi askerlerine güvence verdiği de arşiv kayıtlarında mevcut.
Soykırımın 107. yılında artık 1915 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yaşananların adının ne olduğu meselesi sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden devlet adamlarının ve milliyetçi siyasetçilerin tartışmaya devam edecekleri bir konu. Yaşananların tanımı Ermeni halkı, uluslararası kamuoyu ve akademi çevreleri için tartışma konusu olmaktan çoktan çıkmıştır. Sonuçta uluslararası hukukun net tanımlamalarla belirlediği bir olgudan söz ediyoruz. Bu genel kabul karşısında “Ecdadımız soykırım yapmış olamaz” veya ‘Müslümanlar soykırım yapmaz’ benzeri önermeler, kabul edelim ki son derece naif, hatta çocukça kalmaktadır.
Bir devletin iki milyon vatandaşını yok etmesini güvenlik tedbiri olarak tanımlamak sadece ve sadece hastalıklı bir aklın başvurabileceği bir açıklama olabilir. Nitekim Türkiye toplumu her şeyden önce geçen yüz yılını heba eden bu paranoya ile baş etmek zorunda.
Ancak bu o kadar da kolay olmayacak, zira devlet aklı halen bu ve benzeri korku üretimlerini ülkenin mevcut yapısını oluşturan harcın en temel unsuru olarak görüyor. Bu türden korkulukların ortadan kalkması Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana varlığını koruyan askeri vesayeti anlamsız, dolayısıyla gereksiz kılabilir. Yerel yönetimler üzerindeki merkezi hükümet baskısını zayıflatabilir. Ülkenin hukuk kurumları kerameti kendilerinden menkul ‘ülke çıkarları’ yerine evrensel hukukun ilkelerine ve gereklerine uygun kararlar alabilir. Üniversiteler YÖK tahakkümünden kurtulup 61 Anayasasının tesis ettiği özerkliğe kavuşabilir. Nihayetinde demokratik bir ülkede tüm yurttaşlar özgür bireyler olarak, kendi kimlikleriyle barışık bir düzende yaşayabilir.
Ne var ki yukarda saydığımız özellikler yaşama geçirildiğinde “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sözünün fazla bir geçerliliği kalmaz. İnsanlar en azından vatanın ne gibi bir tehlike altında olduğunu açıklamanızı bekler. Öyle olur- olmaz her özgürlük talebi ‘Beka sorunu’ denerek geri çevrilmez. Hükümetler kafalarına göre ‘Güvenlik sorunu’ oluşur bahanesiyle grevleri erteleyemez. Hayat pahalılığından yakınan vatandaşın karşısında hiç kimse ‘Sen bir merminin fiyatını biliyor musun?’ diye soramaz. Tam tersine, ülkeye yönelik bir tehdit söz konusu değilken yakılan her bir merminin hesabını sorarlar insana.
Gerici ve sağcı, sermaye yandaşı iktidarlar bu önermeleri rüyalarında dahi görseler cin çarpmışa dönerler. Ülkeyi bir daha bu güne kadar olduğu gibi yönetemeyeceklerinin ifşası olur böylesi bir değişim. O yüzden de Ermeni soykırımı gibi konular bir tabu olarak TCK 301. madde zırhıyla korunur ve konuşulması engellenmeye çalışılır.
Velhasıl kelam, bir ülkenin kendi tarihiyle yüzleşmesinin ülke insanı için değilse de, o ülkeyi kendisi ve yandaşlarının çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışan iktidar sahipleri için ağır bedelleri olabilir.
Denklem basit; bir yanda ülke insanının refahı anlamına gelen açılımlar, diğer yanda iktidar çevrelerinin kâbusu olmaya aday bir tablo sunuyor.
Karar yetkisi tabii ki iktidarın elinde, ama unutmayalım, iktidara ruhsatı veren de bizleriz.
İstanbul valisinin 2010 yılından bu yana sürdürülen anma toplantısını yasaklamasını bu açıdan değerlendirmek yanlış olmayacaktır.