2000’lere kadar zorlandığı farklı krizleri bir biçimde aşıp ine çıka da olsa süren Ordu ve onun kontrolündeki devlet merkezli siyasal düzen, bizzat kendisinin doğrudan katkısıyla gelişip güçlenen kapitalizm koşullarında, yani üretim alanları ve pazar ilişkileri üzerinden ülkeyi kimisi açık bazısı görünmez çelikten ağlarla sarmış yerel sermayenin gücü karşısında eski “egemen” asabiyetini koruyamıyordu. Üstelik bizzat generaller başta olmak üzere Ordu ve devletin üst yöneticileri, özellikle 27 Mayıs sonrasında devreye sokulan “teşviklerle” sistemin nimetlerinden faydalandırılarak sermaye ilişkilerine doğrudan alınmış, onun somut-tarihsel hareketine içerilmişlerdi.
1950’li yıllarda başlayan bir süreç içinde siyasal iktidarın zirvesine doğru yönelen sermaye güçleri, doğrudan ABD’nin kontrolündeki 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle o zirvede Ordu ile ortaklık kurma zeminine yerleşirken, aynı zamanda hemen Özal üzerinden mutlak iktidar arayışına girdi. Erdoğan artık sürecin son ve belirleyici elemanı olsa da, sermayeye kendi hamiliğini dayatınca, devreye İmamoğlu’nun sokulduğunu görüyoruz.
Günümüzde, sermayenin bütün ülkeyi ücra köşelerine kadar sarıp sarmalayan somut -tarihsel hareketi, ordu dahil merkezi devlet aygıtlarını ve siyasal aktörleri hizaya sokup egemenliği altına alma ihtiyacında ve bu yönelim bir marazi güç isteği tarafından değil zorunlu ihtiyaçlar tarafından belirleniyor, zaten yeterli güce de sahip.
Artık herhangi bir güç, Erdoğan dahil, zamanın M. Kemal’inin gücüne sahip değil, daha doğrusu nesnellik hiçbir güce öyle “bağımsız” davranma olanağı tanımıyor. Her alan ve her an sermaye tarafından işgal edilmiş durumda. Bir zamanlar denilen bir sözü günümüze uyarlarsak, sermayenin sözcüleri “Bu memleket despotizmle yönetilecekse, artık onu biz yapacağız!” diyor açıkça.
Ama hemen belirtelim ki, işleri çok zor! Sermaye hep bedavadan hazır yiyici oldu, tek başına iktidar gerilimini kaldırmakta zorlanacak. Daha da zorlaştırmak da biz komünistlerin, işçilerin, işsizlerin, özgürlüğü için mücadele eden Kürtlerin, sokakları dolduran kadınların ve Alevilerin, yıkıma uğratılan doğanın savunucularının…vd. işidir.
Sermaye, Erdoğan’ın “hamilik yapma” şımarıklığındaki hırslarını hizaya girmeye zorluyor.
CHP ise artık M. Kemal’in CHP’si değil; Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Kemalizmden arınma süreci, günümüzde Özel tarafından sürdürülüyor ve öyle görünüyor ki, şayet bir “yol kazası” olmazsa, İmamoğlu CHP’yi hala direnen kimi Kemalist “maraziliklerden” tümüyle arındırarak bayrağı zirveye dikecek.
CHP’deki dönüşümün kurucusu olduğu Kemalist Cumhuriyet’in dönüşüyle bakışımlı olarak yaşandığı açık değil mi? CHP, bir “devlet” ve Kemalist toplumsallaşma/uluslaşmanın öncüsü partisi olmaktan çıkıp, sermayenin merkez-merkez sağ partisi oluyor. Tıpkı Cumhuriyet gibi! Cumhuriyet de Ordu merkezli kurulup süreç içinde Ordu-sermaye ortaklığında bir yapıya sıçradıktan sonra, şimdi de Ordu pürüzünün oligarşik zirvenin altına itildiği ve sermayenin mutlak egemenliğinin olduğu bir yapıya dönüşme yönünde ilerlemiyor mu?
Malum üçlüye bakarsak, İmamoğlu’nun liberal, Yavaş’ın milliyetçi, Özer’in ikisi de ama artı biraz da “laik demokrat” sütunları olduğu bir sermaye partisi olarak CHP!
Bu süreçte, sürecin meşrulaştırma aracı olarak, tam tersi bir “maske” takılıp bol bol M. Kemal methiyesi yapılarak, toplumsal alanda hala bir güç alanı oluşturan samimi Kemalizm taraftarları “neye uğradıklarını” bilmeyerek Kemalizmin tasfiyesi sürecine içerilecekler.
Ama, bu kopuş aynı zamanda bir süreklilik de taşıyor, Kemalizmin o günün koşullarında temsilcisi olduğu zayıf olan Anadolu sermayesinin günümüz koşullarında ulaştığı kapasitenin talep ettiklerine cevap verilerek aslında M. Kemal’in açtığı yoldan ilerleniyor. O zamanın koşullarında “devletçiliğimizin seralarında el bebek gül bebek” güçlenmesi sağlanan sermaye, şimdi kendisini var eden devletin doğrudan ve “pürüzsüz” egemeni oluyor!
10 Kasım günlerinde farklı sermaye gruplarının dramatik M. Kemal paylaşımları hiç de haksız değil!
İmamoğlu-Özer-Yavaş: Güç mü güçsüzlük mü?
Aslına bakılırsa İmamoğlu-Özel-Yavaş üçlüsü, hem kendileri olarak hem de üçünün bir arada olması açısından CHP’nin en büyük gücüdür. Her biri bir siyasi partinin lideri olabilecek kişiler aynı partinin içinde konumlanıp, ona hizmet ediyorlar. İmamoğlu, merkez sağ liberal; Özer, merkez liberal-laik; Yavaş, ırkçı-milliyetçi kökenlerden çıkıp geliyorlar ve dolayısıyla ülkedeki sol-demokrat, yurtsever, halkçı, sosyalist ve Kürt yurtseverleri hariç neredeyse bütün siyasal eğilimler aynı partinin farklı sütunlarında konumlanmış oluyor.
Böylesine bir zenginliğin sistem içi bir parti açısından, özellikle içinde olduğumuz kaotik ortamın halkta yarattığı “güvence” ihtiyacını karşılayarak “çekim gücünü” arttıran bir durum olacağı açık değil mi?
Üstelik, vurguncu – çapulcu – mafiöz ilişkilerin içinde hepsi suça bulanmış AKP-MHP egemenlerinden bunalmış halk için, henüz mevkileri üzerinden özel bir vurgunculuğu görülmemiş bu kişiler “tertemiz” görünüyor. Evet, ne yazık ki memlekette hırsız olmamak normal değil “marifet” oldu!
Ama, hepsinden önce İmamoğlu; liberalle liberal, laikle laik, dindarla dindar, milliyetçi ile milliyetçi ve nihayet solcu ile solcu olma kapasitesi olan bir “bukalemun” olarak, sıkışıp kalan sistemin yeni siyasal alanının restorasyonu ve toplumsal meşruluğunu yeniden kazanması sürecinde öncülük yapabilme adayı olarak sivriliyor.
Evet, sermayenin Ordu hegemonyasından kurtulması için Erdoğan yolu açmış ama sonrasında kendi hamiliğini dayatarak “pürüz” olmuşsa, İmamoğlu “kılçıksız” ya da “pürüzsüz” bir eleman/görevli olarak sermayenin yardımına koşarak geliyor! Sakın ama demokratik bir duruş beklenmesin! Erdoğan benzeri bir despot tarzı yürüteceği şimdiden görülen İmamoğlu’nun farkı, despotluğu kendi adına değil sermaye ile iç içe geçmiş bir yönetim üzerinden uygulaması olacaktır.
Despotizm baki kalacak, nasıl ki Ordu yerine Erdoğan geçmeye çalışmışsa, bayrağı zirveye İmamoğlu dikecek ama TÜSİAD-YİK adına! Koç ailesi ve İngiliz büyükelçisi ile samimiyeti boşuna değil, maç seyretmek için nedense özel uçakla gittiği Almanya’da hükümet düzeyinde kabul görmesi de! Erdoğan’ın bir türlü gidemediği Beyaz Saray’a aniden davet edilirse kim şaşırır? Kendisi de gerekliliğinin derinliğini fark etmiş olacak ki, son dönemlerde her türlü şımarıklığı sergilemekten çekinmiyor, hatta öyle ki sırf şımarıklıkları yüzünden çok sevdiği İstanbul Belediye Başkanlığı ile yetinebilir! Uyarmış olalım! Sessiz ve derinden giden Yavaş ve son çıkışlarıyla puan toplayan Özer’i küçümserse büyük hata yapar, şu hızlı ve kaotik akan günlerde hiçbir şey cepte değil!
Ancak, hayat her zaman rasyonel akmaz, hele bizim gibi ülkelerde!
Erdoğan kendi despotluğunda bir sermaye rejimi konusunda hala ısrarlı ve bu noktada malum üçlünün arasında (üstelik araya Kılıçdaroğlu’nun traji-komik iktidar iddialarını da ekleyip) nifak sokarak, CHP’yi tam da en güçlü yerinden vurmayı hesaplıyor. Öyle ya, neden olmasın? Elinde tuttuğu devlet aygıtlarını da kullanarak ama esas olarak genetiğini taşıdığı binlerce yıllık tefeci bezirgan hinliklerini binbir biçime büründürerek CHP üstünde sürekli basınç uygulamaya çalışıyor. Şimdilik, yerel seçimler sonrası zayıflayan konumu dolayısıyla pek de başarılı olamasa da, gelecek günlerin ne getireceğini kim bilebilir?
Neden ‘Yumuşama!’
CHP açısından “yumuşama”, ilkin, devletin ve sermayenin çok yönlü krizlerle sarsıldığı günümüzde bir kaçınılmaz “koruma” önlemidir. Bu yönelim, “halkı ve ülkeyi gereksiz gerilimlerden koruma” makyajıyla süslense de, korunan halk ya da ülke değil, çok yönlü krizlerle sarsılan devlet ve sermayenin somut-tarihsel hareketidir.
Dünyanın ve özellikle de içinde olduğumuz bölgenin olağanüstü gerginlikler yaşadığı günümüz koşullarına kaotik bir ortamda sarsılıp zorlanırken yakalanan, ama aynı zamanda söz konusu olağanüstü durumlardan faydalanarak bölgesel düzeyde bir hegemon devlet/sermaye düzeyine sıçramak isteyen egemenlik sisteminin kendisi de içinde olan CHP, günümüzde sistemin yüzleştiği oldukça zorlu eşikleri aşabilmesi için hem yerel dengelerinin asgari bir istikrar kazanmasını hem de bölgesel açılımın yeterli güç dengelerini sağlamasını gözetmek zorundadır.
İşte, söz konusu olan da böylesi bir gözetmeyle yapılandırılmış “sorumlu” bir muhalefet ve onun “yumuşama” taktiğidir! Hala CHP’den halkçı-demokratik bir yönelim bekleyenlere kötü bir haberimiz var, o artık merkez-merkez sağ bir liberal partidir!
Ve zaten, geçmişte de mevcut sistemin kurucusu bir “devlet partisi” değil miydi? 60’larda güçlü esen halkçı sol rüzgarların zorlamasıyla Ecevit’in önderliğinde yürütülme denemesi yapılan tekel dışı sermayeyi ve küçük üretmenleri kapsama yönelimi, TÜSİAD ve Ordu tarafından olmamışa çevrilmemiş miydi? Hatta, sanki sonra benzer isteklerde bulunacak heveslililere “örnek olsun” diye, bizzat Ecevit’in kendisi “toprak işleyenin, su kullananın” diyerek karşı çıktığı eski düzenin yürütücüsü konumuna ite kaka sokulmamış mıydı? Geçmişte de ne zaman “toprak reformu” sözü geçse, o sözü kullananlara sözleri afiyetle yedirilmemiş miydi?
Üstelik, söz gelimi iktidarın ekonomi politikasını ele alalım, CHP zaten ana hatları söz konusu olduğunda ekonomi alanında iktidardan farklı düşünmüyor ki! İktidarı “rasyonel” ekonomi politikaları uygulamamakla suçluyorlardı, işte iktidar şimdi tam da öyle bir politika uyguluyor. Mehmet Şimşek’e mi karşılar, kendileri iktidara gelse Maliye Bakanı Ali Babacan olmayacak mıydı ve Babacan Mehmet Şimşek’in ustası değil mi?
İkincisi, iktidar adayı bir parti olarak, mevcut iktidar tarafından çok yönlü krizlerle sarsılan kaotik bir ortamın içindeki ülkenin yönetimini devralmaya hazırlanan CHP, devralacağı yapının daha fazla zorlanmasının yaratacağı risklerden kaçınmak istemektedir.
Üçüncüsü, yerel seçimlerde kazandığı büyük mevzilere yerleşme, belediyelerin imkanlarını kullanarak yeni alanlarda güç biriktirip-arttırma için zaman kazanmak istenmektedir. Üç büyük belediye başta, birkaç istisna dışında neredeyse bütün büyük belediyeleri kazanan CHP, belediye meclislerinde kazandığı çoğunluğun desteğini de arkasına alarak, İstanbul Belediyesi’nin öncülüğünde “iyi belediyecilik” yapıp toplumsal meşruiyetini arttırmak, pratik güç kazanmak, merkezi iktidara yerellerdeki iktidarını kalıcılaştırarak yürümek istemektedir.
Dördüncüsü, CHP Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi ve kurulmak istenen sermaye odaklı Yeni Cumhuriyet yönelimine karşı değil, tam tersine tümüyle destekçidir.
CHP “Dokunulmazlıkların Kaldırılması”na destek vererek ya da her bölgesel işgal girişimini onaylayarak veya 15 Temmuz sonrasında sarsılan Erdoğan iktidarını devirmek yerine koşturup Yenikapı’ya giderek, her seçimde göstere göstere uygulanan seçim hilelerine göz yumarak…vd., Erdoğan’ın “Başkanlık Rejimi” adı verilen yeni sistemi fiilen kurmasına ön açıp yardımcı olmadı mı? Ortada, basbayağı ortada olan bir “gizli koalisyon” yok mu?
O zamanlar da özellikle vurguladığım gibi, bu tutumlar asla bir “hata” değil, bir devlet-sermaye ortaklığının çıkarları yönünde alınan zorunlu tutumlardı. CHP’nin karşı çıktığı yeni kurulan sistem değil, o sistemin şimdiki lideri Erdoğan’ın marazilikleridir. İşe bakın ki, TÜSİAD da aynı yönde düşünüyor.
CHP ve TÜSİAD’ın istediği, yeni düzenin sermayenin doğrudan merkezinde olduğu ve pürüzlerle karşılaşmadan mümkün olan en hızlı ve en verimli şekilde hareket edebildiği bir zeminde kurulmasıdır. Tam da bu yüzdendir ki CHP muhalefetini “sınırlayarak” ve kurulan yeni rejimi yıpratmadan sadece Erdoğan’ın maraziliklerini eleştirerek yürütmeye çalışıyor. İşte, “yumuşama” taktiğinin bir bileşeni de buradan ivme alıyor.
Beşincisi, aslında “yumuşama” bir geçiş taktiğidir, vadesi bitince, yani CHP üstteki amaçlarına öyle ya da böyle ulaşınca, yerini muhtemelen “erken seçim” ya da ülke her an gelişebilecek bölgesel savaş türünden yüksek gerilimlerle zorlanırsa “büyük koalisyon” taktiğine bırakacaktır.
Şimdi ufukta görünen yönelim 2025 sonbaharı ya da 2026 ilk baharında bir erken seçim taktiğinin uygulanacağı yönündedir. Erdoğan’ın aday olup olmaması pek de önemli değildir, hatta muhtemelen aday olması tercih edilecek, yıpranmışlığı ve yaşlılığı kullanılarak ezici bir zafer kazanılmak istenecektir. Şöyle bir bakınca, İmamoğlu’nun bu işi rahatlıkla yapabileceği görülmüyor mu?
Mavi ekose ceket
O arada, hangi psikolog danışmandan ne sebeple aldıkları tavsiyeyle giydilerse, Reis’leri hapşırınca kendileri amuda kalkıp hapşırarak biat beyanında bulunan kimi AKP’liler gibi malum mavi ekose ceketi giyen Özel ve İmamoğlu “neyin peşinde olup ne yapmak istemektedirler” bilemeyeceğiz; ama yine de emekçilerin yoksulluktan perişan olduğu günümüzde bu tür sululukların pek de hayırlı sonuçlar yaratmayacağını hatta soytarılık olarak görülebileceğini vurgulayalım.
Şayet, “Sonuçta hep bir hallı Turhallıyız” ya da eski bir pop şarkısında olduğu gibi “Biz bir fidanın zehirli dikenler açan dallarıyız” demek istiyorlarsa, o zaman tam da bu yazının özetini yapmış olurlar!
Fidan, sermayedir, onun sürekli derinleşip yayılan doymak bilmez somut-tarihsel hareketidir; dallar ve dikenler ise, o hareketin sürekli daha geniş alanlara sıçrayıp daha derine kök salması ve ulaştığı-ulaşacağı her yerde yarattığı-yaratacağı yıkımlardır!
Sonraki yazıda, komünistlerden anti-kapitalistlere, yurtseverlerden demokratlara uzanan oldukça geniş bir alana yayılmış olan farklı yapılardaki siyasal güçlerin durumuna değineceğim. Hani Orhan Veli “Sarhoş oldum da. Seni hatırladım yine; Sol elim, Acemi elim, Zavallı elim!” diyor ya!