Şimdiye kadar böyle bir şey yaşamadık. Bilmiyoruz, bilmiyorduk, öğreniyoruz.
Deprem gibi hallerde ta 70’li yıllardan beri devrimcilerin belli refleksleri vardı ve işler nispeten daha kolaydı. Çünkü biz vaka yerine geldiğimizde ‘olup bitmiş’ bir olayla karşılaşıyorduk. Felaket ne kadar ağır olursa olsun, sonuçta yaptığımız şey, hızla organize olup geride kalanlar için dayanışma ağları kurmak, toplanan malzemeleri dağıtmak, enkaz çalışmalarına katılmak ve bu arada da devletle cebelleşmekten ibaretti. Kolay derken kastettiğim şey, işin çalışma mantığı elbette, yoksa Kocaeli’nde Van’da bulunanlar pratik zorlukları bilir.
Bu kez farklı bir şey var karşımızda ama. 30 saniye içinde yıkılmış bir şehirle değil, başlayıp büyüyen, gitgide tırmanan bir süreçle karşı karşıyayız. Şiddeti her gün artan bir felaket üstümüze üstümüze geliyor ve en kötüsü, biz onun ne kadar yakınımızda ne kadar uzağımızda olduğunu da bilmiyoruz. “Senin paranoyak olman kimse tarafından takip edilmediğin anlamına gelmez” diye bir laf var, aynen öyle. Çukurun da çukuru bir siyasal rejim tarafından yönetildiğimiz için büyük bir kontrolsüzlük ve kargaşa hâkim, dolayısıyla tehlikenin nerede olduğu konusunda da bir fikrimiz yok. Yani bu, enkaz altından insan çıkarmak için kendini bodoslama tehlikeye atmak gibi bir şey değil. Burada sadece kendi sağlığını değil, birlikte yaşadığın, birlikte çalıştığın insanların sağlığını da korumak zorundasın. Her davranışın kendi vebali var.
Böyle dönemlerde tarih boyunca her zaman -hırsızları saymazsak eğer, ki onlar her zaman vardır- üç türlü insan çıkar ortaya.
Birinci grup, felaketin büyüklüğü ve yönetimin kötülüğü arasındaki sıkışmadan çıkış yolu ararken, genel olarak ‘ulvi’ bir yol bulur kendine ve ilahi güçlerin inayetine sığınmak ister. Kınanacak bir şey yok bunda. Marks’ın çok cımbızlanan ‘afyon’ pasajında ‘kalpsiz dünyanın kalbi’ sözüyle ima ettiği acı çeken insanın avunma ihtiyacı, budur. İşin buradan başlayıp düpedüz hurafeye varması da çoğu kez kaçınılmazdır ve sadece bizim coğrafyamıza özgü de değildir. Şu anda Amerika’daki yüzlerce tuhaf kilisenin ‘korona çıkarma ayini’ yaptığından emin olabiliriz! Bizde olanın farkı, salgınla mücadele planının açıklandığı toplantıda memleketin en tepesinde oturan kişinin ‘abdestin faydalarından’ söz edecek kadar kendinden geçmiş olmasıdır herhalde.
İkinci grup ise, çulsuz hedonistlerdir. ‘Çulsuz’ diyorum, çünkü zenginin hedonizmi de bir başka olur. Çulsuzların dünyasındaki ‘nasıl olsa gemi batıyor, vur patlasın çal oynasın’ davranışı ise, her durumda vandalizmle ve trollükle birlikte ortaya çıkar. Aşağılarda olan şey, ahaliye kapalı mülklerdeki zengin çılgınlıkları gibi değildir; aşağıda işler tam çığırından çıkar ve akla, bilime, insan ilişkilerine, dayanışma duygusuna, vb. tümden bir saldırıya dönüşür.
Bir de üçüncüler var. Tehlike ne boyutta olursa olsun, çağına ve yaşadığı evrene olan sorumluluğunu kaybetmeyen, hatta tersine felaket anlarında daha da özverili biçimde kendini ortaya atarak riskleri göğüsleyen insanlar…
Şükürler olsun ki, biz bu gruptayız ve yine şükürler olsun ki bu grupta olan insanlar hiç de öyle küçük, marjinal bir azınlık değil. Sandığımızdan çok çok daha fazla kalabalığız. Yalnızca bu değişik türden felakete karşı neler yapabileceğimiz, böyle günlerde doğru politik hattın, doğru çalışma tarzının ne olduğu konusunda henüz tecrübemiz az, bu çok özgün koşullarda neler yapabileceğimizi her seferinde el yordamıyla, deneyip yanılarak bulmaya çalışıyoruz. Yine de örneğin son olarak HDP’nin kurduğu kriz masaları ve bunların çalışması hakkında yayınladığı genelgeler son derece ilham vericidir. Özellikle 9 No’lu genelgede geçen “Yerellerde kurulan Kriz Masaları açıklama yapmak yerine esas olarak dayanışma ağına öncülük etmelidir” cümlesi hayranlık vericidir ve yerelleri konuşmak yerine pratik dayanışmaya yöneltmesi bakımından doğrudur. Aynı genelgenin gençlik enerjisine yüklediği anlam, yoksullar ve yaşlılarla ilgili olarak gençliğe verilen görevler çok önemlidir, çünkü Van depreminde bizzat gözlemlemiştim, gençlik işin içine girince her şey değişiyor.
Yine de -bu vakada bir kez daha öğrendiğimiz gibi- tek tek kişisel politik görüşlerinden bağımsız olarak bugünün en devrimci eylemini sağlık emekçilerinin yürüttüğü kesindir. Devrimci sözcüğünü bilerek seçiyorum, çünkü devrimcilik sadece kuru bir politik anlam taşımaz; kendini riske atarak savaşmak anlamına da gelir.
Beğeniriz beğenmeyiz, isteyen ‘terörist’ de diyebilir; Demokratik Suriye Güçleri Genel Komutanı Mazlum Ebdî, dün yayınladığı mesajında ilginç bir cümle kullandı: “Sağlık emekçileri bizim komutanlarımızdır.” Bu, bir yanından bakınca basit bir övgü gibi görünebilir ama başka bir yönden bakınca da “ben bu işlerden anlamam, savaşın bu türünü bilmem, onlar ne diyorlarsa öyle yapın” anlamına da gelir ve bu, her şeyi bilmek zorunda olmayan, işi ehline bırakan değişik bir yöneticilik anlayışı olarak düşünülebilir.
Bu ‘yöneticilik’ tartışması bir tarafa, sonuç olarak, evet, her coğrafyada, hepimiz öğreniyoruz, öğrendikçe de daha doğru işler yapmaya çalışıyoruz. Bu salgını da bir tür ‘Allah’ın lütfu’ olarak görenler, yakında bu ‘lütfun’ ağır bedeli olacağını görecekler. Yeter ki bizler, halkla birlikte, halkın yanında olalım ve toplumsal muhalefetin şu anda en uç siperinde olan sağlık emekçilerin arkasında durmaktan bir an bile vazgeçmeyelim. Hepsini yeneceğiz, korona virüsünü de, başka virüsleri de…