Rakamların garip bir atmosferi var. Özellikle ‘düz hesap’ denilen sonu sıfırla biten rakamların. Mağazalardaki etiketlere 50 ya da 100 yazmak yerine 49.95 ya da 99.50 filan yazmaları boşuna değildir herhalde, o kadar eleman çalıştırıyorlar pazarlama bölümlerinde, bir bildikleri vardır mutlaka.
Yıllar da öyle. Siz yılın ortalarında bir ayda doğsanız da, 1 Ocak numaratöründe rakam küt diye düşünce, basit bir aritmetik problemi çıkıyor ortaya. Takvimde yazan sayıdan doğduğunuz yılı çıkarıyorsunuz ve haksız yere bir yaşlanmışlık hissi kaplıyor içinizi. Akşam gırtlağınızdan geçen zıkkımlar daha midenizin dibine bile değmemişken, birden hayatınızda muazzam bir değişiklik olmuş gibi oluyor.
2000 yılı öyleydi, unutmuyorum. Bir yüz yıl bitiyor yenisi başlıyor: Hüloğğ! Milenyum! Havai fişekler filan. Üç gün sonra birileri size “Yirmi birinci yüzyıldayız hemşehrim, bitti o laflar artık” filan gibi dümbelek laflar söylüyor.
Sanırsın ki sabahları evinin önünden dolmuşla Mars’a gidiyor!
Yeni bin yılın ilk yirmisine vardık şimdi değil mi? 2000’de, hatta 1990’larda, çoğu insan, geçen yüzyılın acılı ve korkunç olduğunu düşünüyordu. Savaşlar, katliamlar, gaz odaları… Ve yine çoğu insan, artık bütün bunların herhalde geride kaldığını, kalması gerektiğini filan düşünmeye başlamıştı.
Yirminci yüzyıl bundan ibaret değildi aslında. Muazzam değişimler, muazzam yükselişler de yaşadık biz aynı yüzyılda. Ağır bir yenilgiyle sonuçlansa da insanlık, tarihsel olarak yepyeni bir şeyi denedi. Katliamlar gördük ama çiçeklerle kentlerin kapılarından giren adamlar ve kadınlar da gördük; zulüm kalelerinin çatılarına bayraklar diken insanlar, kaldırım taşlarının altından özgürlük fışkırtan çocuklar gördük; dağların başında üç-beş kişinin el ele verip kavilleşmesinden milyonlarca insana varan hareketlere tanıklık ettik.
Şimdi, huzura kavuşmamız gereken yeni bir yüzyılın ilk yirmi yılına ulaştık ve dönüp bakıyoruz dünyaya. Geride bıraktığımız yüzyılın büyük kıyımları yerine şu anda, her gün, her yerde yaşananlara baktığımızda rahatlamalı mıyız? Fırın bacalarından duman tütmeyince daha mı az görünüyor gözümüze katledilen insan sayısı? “Zayıfları ayıklayalım” diyen eski manyakların yerine milyonlarca çocuğu beş yaşına gelmeden açlıktan susuzluktan yok eden bir sistem geçtiğinde yine aynı murada erilmiş olmuyor mu?
1989’da, aslında hiç yapılmaması gereken duvarlar yıkılırken, nasıl da tepiniyorlardı üzerinde? Büyük bir belayı savuşturmuştu insanlık! Şimdi, daha ilk yirmi yılda neredeyiz peki? Necati Sönmez geçenlerde yazmıştı. Berlin Duvarı yıkıldığında 15 sınır duvarı vardı dünyada, şimdi 75! Uzun, upuzun duvarlar çevreliyor her yanımızı, tel örgüler, elektronik sistemler, dikenli-jiletli bir sürü şey… Açlık orduları gelip tadımızı kaçırmasınlar diye ardına saklanıyoruz onların. Sonra biz aç kalıyoruz ve bu kez başkalarının duvarlarının dibinde ağlaşıp duruyoruz. Dün Avusturyalı bir onbaşıyı ‘huzur gelsin’ diye iktidara taşıyan yığınlar, şimdi onun daha alt versiyonlarını çağırıyorlar coşkuyla, yolda görsen selam vermeyeceğin ucubeler dünyanın dört köşesinde saraylarda, başkanlık/başbakanlık konutlarında ikamet ediyor.
Böyle mi gidecek hep? Tabii ki hayır. Ama öyle ucuz bir determinizm değil bu. Yani A’nın ardından B’nin geleceğini, gelmesi gerektiğini varsayan bir düşünme biçimi değil. Yok öyle bir şey! İnsanlık pekâlâ dibe, en dibe, daha daha dibe doğru gidip kendi enkazının içinde boğulabilir de. Marks-Engels, ‘insanın doğası’ gibi zamandan ve mekândan bağımsız ulvi kavramları reddettiklerinde son derece haklıydılar. İnsanlığın eninde sonunda şöyle ya da böyle davranacağını, bu davranışın onun doğasında mevcut olduğunu varsaymak boş bir laftır gerçekten. Tabii ki böyle gitmeyecek her şey ama bu, asla kendiliğinden olmayacak. Yüzlerce binlerce kez dönüp geçmişe ve bugüne, dünyaya ve kendimize bakıp yeniden yeniden düşünüp yeniden yeniden harekete geçeceğiz. Bizim özgüvenimizle insanlığın özgüveni birlikte büyüyecek, biz öğreneceğiz, onlar öğrenecek ve belki her şey bu kez hiç öngörmediğimiz yollardan gerçekleşecek ve biz, bir kez daha yüzyılların birkaç yıla, hatta birkaç aya sığdığına tanıklık edeceğiz. Çünkü tarih, düzenli, küçük küçük adımlardan oluşmaz, sıçramalarla yürür o.
Şimdilik basit bir şey yapıyoruz ama. Saat 24.00 oluyor. Eh, diyoruz, hadi bakalım, sabah ola hayrola!
Hayrolacak elbette. Biz istersek. Tam olarak şöyle: Gelecek, biz nasıl istiyorsak öyle gelecek. Negatif ve pozitif olarak da böyle. Yatarsak berbat bir geleceğimiz olacak, yürürsek en azından daha iyisi için bir umut yeşerecek içimizde.